03 Nisan 2016

Mini Mini Birlerle Yeni Müfredatı Konuştuk


Söyleşi: Dilara Kahyaoğlu
2005

Eğitimsen İstanbul 3 Nolu Şube’de, hepsi de birinci sınıf öğretmeni olan ve İstanbul’un merkezi semtlerindeki okullarda görev yapan; Ayşe, Necla ve Yıldız ile bir araya gelip yeni müfredatı değerlendirmeye çalıştık…


“Sorgulamayacaksınız, bunu değiştiremeyiz!”

Dilara: Öncelikle müfredatın hazırlanma süreciyle ilgili biraz konuşalım istiyorum. Örneğin, hazırlık aşamasında sizlerin de fikirleri alındı mı? Okul müdürlüğü veya başka kanallarla…

Necla, Ayşe, Yıldız: Hayır (bir ağızdan, hemen yanıtlıyorlar).

Necla: Bana göre bir emrivaki bir uygulama söz konusu. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz diye ne bir anket, ne bir toplantı, hiçbir şey olmadı.

Dilara:  Program taslağı geldi mi? Hani onun üzerinde düşünülsün, birlikte tartışılsın, görüşler de okul müdürlüğü aracılığıyla veya bireysel olarak gönderilsin diye…

Necla: Hayır ama program bittikten sonra iki kere kurs gördük. Aslında daha önceden de belli konularda bir çok kursa katıldık. Biz bu tip kurslara formalite gereğidir diye bakarız, aslında verenler de  öyle bakıyorlar. Bununla ilgili de yapılan tek çalışma budur. İki defa  kurs verdiler bize.

DilaraProgramın resmen kabul edilmesinden sonra ki süreçten bahsediyorsun?

Necla: Evet. Programı tanıtma kurslarıydı bunlar. Bu kurslardan birinde ilginç bir şey de yaşadım. Kursu veren müfettiş bir şeyler anlatıyordu, ben de bir soru sordum, bayağı normal bir soru, anlamadığım bir şeyle ilgiliydi, şu anda soruyu bile hatırlamıyorum. Müfettişin bana yanıtı “yargılamayacaksınız arkadaşlar, sorgulamayacaksınız, bunu değiştiremeyiz” şeklinde olmuştu. En ufak bir soruya bile tahammülleri yok.

Yıldız: Ben katılmadım ama katılan arkadaşlar anlattı onlar da bazı sorular sormuş, oradaki müfettiş de benzer tepkide bulunmuş. Ayrıca verilen eğitimlerin kalitesi çok düşükmüş (bu aşamada sayısız örnekler anlatılıyor).

Dilara: Bu konuya tekrar döneceğiz. Eski ve yeni müfredatı karşılaştırdığınızda içerik açısından değişen bir şeyler var mı?

Ayşe: Var aslında tümden reddetmek anlamsız bir şey. Öğrenci daha fazla merkeze alınmış.
 

“Annem çalıştığı halde evini ihmal etmez” 
“yakındaki arkadaşlarımız ne olacak?”


Necla: Bazı ideolojik problemler devam ediyor. Örneğin yeni ders kitaplarının birinde ben bizzat okudum: “Babam ailenin reisi olarak bize para getirir, babam bir öğretmendir, annem memurdur
-yani vasfı yok kadının sadece bir memur, ama baba öğretmen-  evde  yardımlaşırız,  annem çalıştığı halde evini ihmal etmez.” ifadeleri var.  Çok bariz ifadeler bunlar. Özellikle 4. ve 5.sınıf kitaplarında buna benzer yaklaşımlar hala var.

Yıldız: Bana öyle geliyor ki eskinin davranışlarına şimdi  kazanım denilmiş en azından bir kısmına. Özellikle değerlere böyle bir görev yüklenmiş.  Programda değerlerin çok fazla ağırlığı var. Bunların çoğu da ideolojik. Bu sefer  de etkinlikler aracılığıyla öğrenciye değerler kazandırılmaya çalışılıyor. Aslında bu daha tehlikeli bir yöntem değil mi? Milliyetçilik ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili konular var, bunlar alakalı veya alakasız  bir çok başlıkla, temayla ilişkilendirilerek her yere serpiştirilmiş..  Farklılıklar diye bir konu var örneğin ama orada sadece saç rengi, göz rengi gibi farklılıklara değinilmiş başka bir şeye değinilemiyor bile, sanki tek farklılığımız buymuş gibi.

Dilara: (Dayanamayıp, konuşmaya girer.) Evet, farklı kültürlerin bir arada olmasının bir zenginlik olarak algılanması yaklaşımından  çok uzak bir program, programın zaten böyle bir amacı yok, sanırım hiçbir zaman da olmadı. Türkiye’de farklı dinlere sahip, farklı diller konuşan grupların, insanların olduğunu  dair açıktan veya dolaylı bir  değinme bile  söz konusu değil.   Herkesin bir kimliği var deniyor ama kültürel kimlik reddediliyor veya tek bir kimlik kabul ediliyor. Uzaktaki arkadaşlarımız  var ama yakındaki arkadaşlarımız tabu olmaya devam ediyor.

Peki, yine içeriğe dönersek, konular, üniteler değişti mi? içerik açısından düşünelim.

Yıldız: Eskiden 10 tane ünitemiz vardı. Şu anda bu üniteler başka isimler altında da olsa var. Örneğin “Sağlıklı Büyüyelim” ünitesindeki davranışları  “Kendimi Tanıyorum” temasının  altına kazanım biçiminde ilave etmişler.

Ayşe: 5.sınıf programı da bana çok değişmiş gibi gelmedi. Başlıklar değişmiş.  

Yıldız: Trafik işaretleri eklenmiş fazladan ama hani bir sene sonra sorulsa bu soru daha iyi cevap verebilirim. Şimdilik daha anlamaya çalışıyorum. Farklılıklarımız önceden yoktu. Güzel bulduğum yanları var. Aslında kazanımlar belli,  öğretmen isterse bu kazanımlara uygun kendisi etkinlik üretebilir.

Necla: Bu müfredat çok olumlu bakan arkadaşlar  var. Olumlu yanları olabilir ama ben başka noktadan bakıyorum. Olumlu bakan  arkadaşlar  diyor ki: “Anlatıcı, sınavcı, otoriter öğretmen bu programla birlikte değişmek zorunda kalacak.”

Dilara: Bu iyi bir şey değil mi?

Necla: Fakat ben şimdi gözlemliyorum, o değişmesi istenen arkadaşlar çok söyleniyorlar, programa karşı çok tepkililer.  Sınıf içinde onların çok farklı şeyler yaptıklarını zannetmiyorum. Onlar aynıdır. Gene sınav sistemine göre öğrenci yetiştiriyorlardır. Onların bu tutumlarını nasıl değiştirebilirsin ki?

Yıldız: Ben aynı şeyi kendimde de görüyorum ki ben 7 yılık öğretmenim. Öğrencinin bilgiyi kendisinin oluşturması gerekiyor ya, ama etkinlik sırasında benim içim içime sığmıyor acaba benim kafamdaki doğruyu öğrenci alabildi mi diye düşünüyorum ister istemez. O kazanımı çocuk aldı mı? Kendimi yakalıyorum, durduruyorum.

“Türkiye’de sınıf mevcudu  ortalaması 50’dir.”

Ayşe: Program 20 kişilik sınıflara göre yapılmış. Programı normal koşullarda yapabilmen için en fazla 25 kişi olması gerekir sınıfların. Türkiye’nin koşulları düşünülmeden yapılmış bir program. Ben bir etkinlik yapıyorum, bitmiyor, bakıyorum öğle olmuş. Okuma-yazma çalışmaları yarım kalıyor.

Dilara: Kaç kişi var sınıfında
Ayşe: 45
Necla: Benim 41
Yıldız: En şanslı benim 18 tane öğrencim var  (bir özel okulda çalışıyor).
Necla: Türkiye’de sınıf mevcudu  ortalaması 50’dir.

Dilara: Yöntemler açısından ciddi bir değişimden söz edebilir miyiz? Mesela önceden ne yapıyordunuz, şimdi neler yapıyorsunuz?

Necla: Dışarıdan baktığında önerilen yöntemler olumlu. Öğrenciyi daha çok katmak istemiş. Sonra aklıma gelmeyen bir çok yöntem var kılavuzda, bunlar iyi şeyler.

Yıldız. Evvelden belli fişler, belli cümleler vardı. Örneğin “Birol ablam evi süpürmüş mü?”gibi sorunlu fişlerdi bunlar. Şimdi  bunları vermek zorunda değiliz. Görselleri de sen buluyorsun.

Ayşe: Ama yine de  toplumsal cinsiyet açısından bir şey değişmemiş. Otorite figürü yine erkek.

Necla: Evet mesela, Ela bebeğini uyutuyor var, “e” sesini verirken: “Eee bebeğim eeee” diyerek. Ben bunu değiştirdim. Sınıfa bebek getireceğim erkek ve kız öğrenciler birlikte sallayacaklar bebeği.

Yıldız: Ama bu konuya dikkat etmeyen öğretmenler böyle yapmaz.

Dilara: Kadın bakış açısı programlara geçmemiş. Böyle bir duyarlılık yok. Eski problem devam ediyor. Örneğin eski kitapta sınıf başkanları genellikle erkekler öğrencilerden seçilirdi. Yeni kitaplarda da aynı.

Necla: Başkan yardımcısı kız… (daha ne istenebilir ki)

Yıldız. Özel yayınevlerinin kitapları da aynı. Kız çocukları yine ip atlıyor, erkek çocukları topla oynuyor.


“Oraya doldurmuşlar 300 kişi, eğitim veriliyor.”
“Hocanım bu kılık kıyafetiniz uygun mu şimdi!”

DilaraProgramın oluşturmacı yaklaşım üzerinde yükseldiği söyleniyor. Bunu açıkça da ifade ediyorlar zaten. Bu konuyla ilgili teorik ve pratik olarak herhangi bir çalışmanız oldu mu? Eğitim aldınız mı?

Ayşe: Ben kendim okudum. Bir müfettiş de eğitim verdi. Ama oluşturmacılığa gelene kadar diğer felsefeleri de anlattı. İdealist felsefe de dahil. Fi tarihinden başlandı yani. Oraya doldurmuşlar 300 kişi,  eğitim veriliyor. Bir kere öğretmenlerin o kavramları anlamaları çok zor; ontoloji, epistemoloji gibi kavramlar geçiyor. İki saat boyunca anlatıldı. Okunacak herhangi bir metin, kaynak falan da öğretmenlere dağıtılmadı. Ayrıca herhangi bir kaynak tavsiye  edilmedi.

DilaraBeceri, kavram, değer, etkinlik vb. kavramlar üzerine eğitim verildi mi. Sınıfta etkinlik nasıl yapılır? Etkinlik planı nasıl hazırlanır? Belli yöntem ve teknikler şudur, bunlar şöyle uygulanabilir gibi meseleleri ele alan  konularda uygulamalı çalışmalar yapıldı mı?

Necla: Yapamazlar zaten. Bu konuda yeterli uzman sayısı parmakla gösterilecek kadar az. Bizim okuldan bir öğretmen arkadaş geçen sene Yalova’da yapılan bir eğitime  gönüllü olarak katılmıştı. Orada on gün kadar eğitim aldı. Oraya da İstanbul’dan yine parmakla sayılacak kadar gönüllü öğretmen gitmiştir.  Kendisi bana anlatı, onlarla birlikte orada bulunan ve bu eğitimi alan müfettişler için - kendi deyimiyle söyleyeyim-  “en vasat insanlardı” dedi. Kursları kim veriyor,  bu müfettişler. Sonra İstanbul’da eğitim verileceği sırada yana yakıla Yalova’da eğitime katılmış olan bu öğretmen arkadaşları arıyorlar, İstanbul’daki kurslarda eğitim versinler diye. Arkadaş “Benim hazırlığım yok, nasıl hemen yarın gelip verebilirim” diyor ama neyse o akşam hazırlanıp gidiyor. Şimdi bu arkadaşlardan biri sunum yaparken semineri organize eden  müfettiş sahnenin kenarında durmuş, eli cebinde sunum yapanı izliyormuş. Sonra bir ara sunumu kesmiş “Hocanım bu kılık kıyafetiniz uygun mu şimdi, buradaki insanlara saygısızlık ediyorsunuz” demiş,  bütün o kursiyer öğretmenlerin önünde. Kılık kıyafet dediği de kolunu kaldırırken tişörtü yukarı kalkmış. Ellerinde üç beş insan var, onları bile o kadar kişi önünde rencide edebilecek boyutta bu kişiler ne yapabilir, ne öğretecek, nasıl öğretecek? (Burayı kısaltarak aldım, yoksa çok uzun bir hikayeydi.)

Dilara: Birinci sınıf öğretmenlerini en fazla meşgul eden konu sanırım zorunlu el yazısı uygulaması. Uygulama nasıl gidiyor?

Necla: Böyle bir müfredat hazırlıyorsun ve ana sınıflarını bu işin içine katmıyorsun. Böyle bir şey olabilir mi? Anasınıfından gelmiş çocuk normal dik çizgiler yapıyor. Bende beş altı tane  anasınıfından gelen çocuk var, pırıl pırıl çocuklar ama eğik yazamıyorlar. Dik yazıya alışmışlar ve ben bunu değiştiremiyorum, bıraktım.

Ayşe: Veli de çocuğu dik çalıştırmış.

Yıldız. Bir kere programın esasını el yazısı okuma ve yazma oluşturmalıydı. Diğer dersler ve konular ya çok çok az olmalıydı ya da hiç olmamalı ki gönül rahatlığı ile ağır ağır sindire sindire çalışalım. Eğik yazı için ince kasların çok iyi gelişmiş olması gerekir, çok yavaş ilerleniyor.

Ayşe: Eğik  çizgi çalışmalarına vermiş iki hafta süre. Bu yeterli değil. Hızlı gidince çocuklarda yazma problemi başladı, sesleri de alamıyorlar. Tekrar geriye döndük. Veli de panikte.

Dilara: Veli niye panikte?

Necla: Bence bunun nedeni; eskiden fiş veriyorduk, veli takip edebiliyor, evde yardımcı oluyordu, şimdi ne yapacağını bilmiyor, bütünü göremiyor.

Ayşe: Bazı velilerle de rol çatışması yaşıyorsun. Ben vermişim beş satırlık ödev diyelim,  bir geliyor çocuk, beş sayfa yazmış. Kim yazdırdı bunu diyorum “babam” diyor.

DilaraÇocuklar zorlanıyorlar mı?

Yıldız: Zorlanıyorlar çünkü ikinci bir iş daha var, harfi yazıyor bir de  bağlantıları öğrenmek, yazmak zorunda. Ben de zorlanıyorum, harflerin yönleri doğru mu, ayrıca bağlantıları doğru yapıyor mu diye tek tek kontrol etmek zorundayım. Yazmak istemeyenler de var, artık başında bekliyorum, ama bu arada ders bitiyor, öteki çocuklara da bakmam lazım. Yanlış öğrenirse o gün eve öyle gidiyor.


“Bizimki biraz da çaresizlikten pratik üretme”

DilaraSiz ne yapıyorsunuz, Yıldız 18 çocukla uğraşıyor ve bu kadar şikayet ediyor.  40- 45 tane çocukla siz nasıl yapıyorsunuz bu işi?

Necla: Şimdi onun ideal sayıda öğrencisi var. Bu nedenle O, her şeyin en iyisini yapmalıyım, yapabilirim modunda.  Bizimkisi ise  biraz da çaresizlikten pratik üretme. Sınıfı yüzdeye vuruyorum. Örneğin yüzde yirmisi, verilen  her şeyi anında alabilen çocuklar, bazısı biraz uğraşmayı, bir kısmı da -bunların sayısı daha az- çok çok uğraşmayı gerektiriyor. Zaman içinde öğretmen bunu keşfediyor. Pratiğimi şöyle geliştirdim. Birinci kategoride olan çocuklara örneğin 10 saniye ayırıyorsam diğerlerine mesela 20-30 saniyelik bir zaman ayırıyorum.  Bütün harfleri, heceleri  çocuğun defterine tek tek yazmak zorundasın. Çünkü yazının nasıl yazıldığını öğrencinin görmesi lazım . Düşünün her gün günde birkaç defa 45 kişinin defterine yazı yazıyorum, tahtaya yazıyorum.

Ayşe: Yıllardır ben 30 tane öğrenci okuttuğumu hatırlamıyorum arkadaşlar. Ortalama 45-50’dir . Yavaş öğrenen öğrencileri hep öne çıkartmak zorunda kalıyorsun. En önemli sorunlardan biri de velinin bilinci. Çocuk makası kullanmayı bilmeden geliyor, dinleme, yemek yeme, tuvalet alışkanlığı yok.  Sadece bilişsel gelişimi ile ilgilenmiyorsun ki,   aynı zamanda eğitim yapıyorsun. Bir de hem çocuklarına hem de öğretmenlere baskı yapan veliler var. Bana göre, sosyo- kültürel açıdan farklı durumlarda da olsalar velilerin çocuklara yaklaşımı aynı, değişen bir şey yok: Başkasının çocuğu yazıyor, sen niye yazamıyorsun, ne zaman okumaya başlayacak diye baskı yapıyorlar…

Dilara: Sizler el yazısı bilmiyordunuz, öyle  değil mi? Güzel yazı derslerini saymazsak, bizim kuşak el yazısı eğitimi almadı ve esas olarak kullanmıyor da.  Bu bir alışkanlık meselesi değil mi? Nasıl öğrendiniz de öğretiyorsunuz? Bununla ilgili özel bir eğitim aldınız mı bu süreçte?

Ayşe: Ben MEB’in sitesine girdim oradan indirdim, her gün çalışıyorum (Son dönemlerde en fazla duyduğum replik: MEB’den indirdim, WEB’den indirdim.).

Necla: Eskiden de el yazısı vardı. Hatta “öğrencilerinizi el yazısı kullanmaya teşvik edin” denirdi. Ben yıllardır kullanmaya çalışıyordum zaten.

Yıldız: Ben el yazısı öğrenmiştim okulda. Ama eskiden geçerli olan bazı şeyler değişti. Bir de el yazısı yazarken giderek hızlanıyorsun ve kendine göre bir sistem geliştiriyorsun, bu da belli bir alışkanlık yaratıyor. Keşke hiç bilmeseydim. Şimdi yeniden öğreniyorum, Şu anda  tahtaya yavaş yazıyoruz ama ileride metin yazarken hızlı yazmak gerekecek o zaman zor olacak.  İlerideki sınıflarda da hep kullanılacağına göre bunun öğretmenlerde de bir alışkanlık haline gelmesi gerekir.
Bir de bazı harflerin yazılışlarını farklı yorumlayabiliyor öğretmenler. Aramızda bunu tartıştığımız anlar oluyor. Örneğin böyle bir problemi “a” harfinde yaşamıştık  Bazılarını kitaplardan çözmek zor olabiliyor. (”a” harfi sorunu epeyce büyüdü hatta kağıt kalemler işin içine girdi…)

Dilara: Bunun bir uzman tarafından gösterile gösterile bütün öğretmenlere öğretilmesi gerekmez miydi? Şu anda herkes kendine göre çözüyor gibi.

Yıldız: Bence bir çok öğretmen farklı farklı öğretiyordur şu anda. Keşke öğretmene daha önceden el yazısı kursu verselerdi. Şimdi kendi kendimize çözmeye çalışıyoruz.

Ayşe: Bir de tabii en önemli değişiklik tümevarım metodunun geri gelmesi. Bazıları buna sıcak bakmıyor ama bence problem yok (bu görüşe diğerleri de katılıyor).


“Drama hiç yapmadım. Sıralar tahtanın önüne kadar geliyor.”
“Bir bakıyorsun iki makinenin de önünde bir kağıt, arızalıdır çalıştırmayın”…

Dilara: Diğer alanlarda; Türkçe,  matematik, hayat bilgisi derslerinde neler yapıyorsunuz?

Ayşe: Programın tamamını uygulamak çok zor. Yazı çok zamanımızı alıyor. Mesela bugün matematik işleyemedim ben. Çünkü drama yaptım, sarktı. 41 tane çocuğa tek tek söz veriyorsun, “arkanda kim var, önünde kim var” gibi.

Necla: Geçen senelerde de böyle olurdu, daha çok okuma yazma çalışmalarına ağırlık veriyoruz. Şimdi ben kendi açımdan önümü çok net göremiyorum.. Geçmiş yıllarda ne yapıp edeceğimi biliyordum. Sindirmem için benim bu bir yılı bitirmem lazım. Drama hiç yapmadım. Sıralar tahtanın önüne kadar geliyor. Mümkün değil benim orada drama yapmam. Sıraları da dışarı çıkartamıyorum çünkü bizden sonra orada 6.sınıflar ders yapıyor ve onlar 60 kişi, üç kişi oturuyorlar sıralarda. Sınıfa hiçbir şekilde levha asamıyorum, 6’lar çok saygılı davranmıyor duvarda asılı panolara. Bir bakıyorum yere düşmüş, üstüne basmışlar. Halbuki öğrencilerin gözünün önünde  görsel olarak durması gerekiyor bazı şeylerin ve hala daha hiçbir şey asılı değil benim sınıfımda. Ayrıca duvarlarda yer de yok. Bir tane pano var ona da çocukların çalışmalarını asıyorum. Sayılarla ilgili bir şey var mesela, neredeyse tavana yakın astım, kimse dokunmasın, ellemesin diye.

Ayşe: Ben tek başıma ders yapıyorum ama bizde de öyle, sınıfta her şeyin bir sınırı var. Kocaman bir mevsim şeridi koymuşlar oraya, duvarlar dolu, boş değil ki.

Dilara: Kaldırın.

Ayşe: Olur mu canım, duvarda asılı olması zorunlu olan şeyler var, köşeler var (bunları tek tek sayıyorlar).

Necla: Bizim okul müdürü idealist bir kişi. Her şey en iyi şekilde olsun istiyor, çok uğraşıyor. Örneğin iki baskı makinesi alındı okula. Ama ben biliyorum bir çok okulda fotokopi makinesi yok. Herkes fotokopi çekiyor. Makinenin başı hiç boşalmamacasına dolu. Dolayısıyla makineler bir gün çalışıyorsa on gün çalışmıyor. Bir bakıyorsun iki makinenin de önünde bir kağıt, arızalıdır çalıştırmayın!”.

Ayşe: Bizim de öyle, bakım lazım, kağıt bitiyor, mürekkep bitiriyor, para yok. Bunlar hemen anında alınamıyor ki, ne yapıyorsun bu durumda,  veliye başvuruyorsun. Nereden bulunacak para?

Dilara: Öğrenci çalışma kitapları yeterli değil mi? Fotokopiye neden çok ihtiyaç duyuluyor?

Yıldız. Gerekiyor. Isındırma etkinliği, zenginleştirme etkinliği, ev çalışmaları, değerlendirmeler…

Ayşe: Bir ara Hollanda’ya gözlem amacıyla  gitmiştik arkadaşlar, sınıfın içinde yok yok, üstelik burası sıradan bir devlet okuluydu. Duvarlar öğrencilerin yaptığı ürünlerle dolu.

Dilara: Okul binalarını okul gibi yapmışlar yani.

Ayşe: Aynen. İçerde 25 öğrenci var. Küplerle çalışacaksın değil mi, hepsi  önlerinde. Her bir öğrenci için. Her öğrencinin kocaman yuvarlak masası var. Matematik malzemeleri bir köşede, hayat bilgisi malzemeleri diğer tarafta. Öyle bir yapmışlar ki çocuk onlara her an ulaşabilir. Öğrenciler somut olarak kullanıyor her şeyi, ya da kendi yapıyor. Bir sınıfta termometre yapıyorlardı mesela.

Yıldız: Satın almak şart değil ki. Ben atık malzeme toplatıyorum öğrencilerime. Sergi yaptım onlarla, sene sonuna kadar da kalacak.

Dilara: Necla’nın anlattığı gibi bir sınıfta, atık malzemeler toplansa  bile onlar nereye konacak veya nerede sergilenecek?

Ayşe: Yok öyle bir yer.


“Benim aklım almıyor, grup çalışması nasıl yapılabilir?”
“Yok, bu işte hiçbir samimiyet yok!”

Dilara: Grup çalışmaları  yaptırabiliyor musunuz?

Ayşe: Ben geçen gün “konuşma halkası”nı uyguladım.

Dilara:Halkayı nasıl oluşturdunuz sınıfta?

Ayşe: Spor salonuna gittik.

Necla: Hiç yapmadım. Şimdi nereye indirebilirim (düşünüyor). En uygun yer konferans salonu orada da sahnemiz çok küçük. Spor salonumuz yok gibi bir şey. Büyük bir okul ama bu tür şeyler  yok. Bir kere sınıfta şöyle bir şey yaptım. Normalde arka arkaya oturuyorlar ya, aradan bir tane sıra çıkarttım. İki sırayı bir araya getirdik. Öğrencilerin kimisi oturdu, kimisi ayakta, grup halinde resim çalışması yaptılar. İki dersimi aldı o çalışma. Çünkü önce ne yapacağımızı anlattım, sıraları çıkarttık. Sonra yeniden sınıfı toparlayıp eski haline soktuk. Benim aklım almıyor, grup çalışması nasıl yapılabilir?

Ayşe: Ben velileri yardıma çağırıyorum. Ama rol çatışması  ortaya çıkabiliyor. O da hoş olmuyor. Bunlar genellikle anneler oluyor tabii.

Necla: Şimdiye kadar müfredatın içinden, yaşayan, uygulayan  kişiler olarak konuştuk ama  dışarıdan bakınca çok vahim bir şey aslında. Veli ayağının düşünülmemesi, ana sınıfı programının  değiştirilmemesi, binaların, sınıfların durumu, öğrenci sayısı, parasal sorunun çözülmemesi, müfettişlerin durumu, aslında bize eğitim verecek olan bu kişileri falan düşündüğümde diyorum ki; yok bu işte hiç bir samimiyet yok, hiçbir. Öğretmenin sırtına iki kat yük binmiş durumda.

DilaraŞu yük meselesini açalım mı?

Ayşe: Şimdi dramayı koymuş mesela. Bunun yapabilmen için eğitim alman gerekiyor. Devlet bunu vermiyor.  Sen ne yaparsan yap, git kendin öğren, paranı da ver  kendin öğren diyor, kendi problemini, kendin çöz diyor. Pratikte kendini eğitmen geliştirmen  senin sorunundur diyor. Bir çıkmaz var burada. Ben okul açıldığından bu yana herhalde 500 milyon harcamışımdır.  CD’si, kaynak kitapları, hediyeler…

DilaraHediyeler niye?

Ayşe: Çocuklara hediye almak zorundasın. Onları okula alıştırmak  için. Kalem, boya, kağıt, şeker gibi. Yeni çıkan her şeyi takip etmek zorundasın.  Devlet öğretmenini bırakmış durumda. Devlet diyor ki benim okulum böyle, fiziksel durum bu, sen bu durumda  yine de her şeyi yap diyor yani. 750 milyon maaşla bir öğretmen bir çok kursa gidecek, parasını kendisi ödeyerek. Başka türlü kendini geliştirme şansı yok. Öğretmen her şeyden anlayacak; resim, müzik, drama, şimdi bir de performansı getirmiş, bunları ölçecek mesela. Öğretmenden mucize bekleniyor.


“Zamanımı ve emeğimi sürekli çalma var ama karşılığı yok.”

Necla: Teneffüs diye bir şey yok bizde. Her şey öğretmenin üstünde, her şeyi ben düşünmek, çözmek zorundayım; sınıf ortamının düzenlenmesi, panolar, fotokopiler, malzemeler, ayrıca para toplamak da. Velilerden para topluyoruz veya sınıf temsilcisi  bir veli seçiyoruz, o topluyor. Bakıyorum makine bozuk kendi cebimden para vererek fotokopi çektiriyorum. Şimdi de yeni bir karar verilmiş, veli toplantıları cumartesi günü yapılacakmış. İtiraz edince diyorlar ki “her şeye karşılığı ile bakarsak bu olmaz”. Evet her şeye karşılığı ile bakacağım. Bana kimse fazla mesai vermeyecek. Olanın üstüne  daha fazla yük bindiriliyor. Zamanımı ve emeğimi -maddi manevi- sürekli çalma var, ama karşılığı yok. 

Yıldız: Benim de hayatım değişti. Kılavuz kitaplar gelmediği için seminer  döneminde ortak hazırlık yapamadık. Önceden planlanmış bir şekilde seneye başlayamadık, her gece ikide yatıyorum. Ödevler, etkinlikler ciddi zaman alıyor. Geçen senelerde de biz etkinlik  yapardık ama bunlar hazırdı, ne yapacağımızı biliyorduk.

DilaraEtkinlikler için sürekli malzeme hazırlamak gerekiyor değil mi? Çünkü bitiyor, sınıf öğretmenleri  branş öğretmeni gibi de değil. Bunun Türkçe’si, matematiği, hayat bilgisi, okuma ve yazması var. Her dersi ve her günü düşünmek zorunda.

Yıldız: Örneğin ben dün farklılıklarla ilgili bir etkinlik hazırladım. Balıkları bilgisayarda yaptım, farklılık ve benzerlikler  için görseller hazırladım, fotokopilerini çektim, planını yaptım, hepsi iş… Akşamdan planlamazsam ertesi günüm iyi geçmiyor. Kılavuz yeterli değil; “Öğretmen kılavuzundan devam edersiniz plana lüzum yok” kısmı hikaye. Zaten kılavuzda yazmıyor ki kavram, beceri, değer. Hangi beceri ve  kavram verilecek o etkinlikle. Ben bunları bilmek ve etkinliği buna göre uygulamak zorundayım.  Bir de etkinliklerin içeriğinde problem olabiliyor. Örneğin Türkçe’de “dinleme etkinliği” diye bir şey var.  Mesela bu etkinlik için cumhuriyetle ilgili bir şiir okutuluyor. Cumhuriyetin anlamını bilmiyor ki çocuk… Ve bununla dinleme becerisini geliştirmeye çalıyorsun. Geçen yıl ki programdan daha fazla “milliyetçilik” var gibi. Her yere serpiştirilmiş, ilgili ilgisiz.

Necla: Baştan beri böyle bir niyetin olmadığını bariz olarak görüyorum. Müfredatı değiştirme işi gerçekten iyi niyetli yapılmış olsaydı, bir kere her sabah söylenen andı kaldırırlardı. O değişirdi en baştan bence. Ulusalcı arkadaşlarla tartışıyorsunuz onlar da bir şey diyemiyorlar.

Ayşe: Bazı bayramlar  eskiden olmadığı şekilde öne çıkmaya başladı. Örneğin biz 6 Ekim’i ne zaman kutladık? Bu sene okullar Ali Samiyen’e  yığıldı.  Ben şimdiye kadar böyle bir şey hatırlamıyorum.

Necla: Hamaseti ulusalcı öğretmenler bile kaldıramıyor  artık. Bütün bunlar yapılıyor ama hepsinin içi boşaltılmış durumda. Yapılıyor mu  yapılıyor işte,  görüntü bu.


Eskiden dergiler vardı, şimdi de WEB: İndir, kes, yapıştır, bas!

Dilara: Program bazı teknolojik araçları  öne çıkartıyor. Bilgisayar lazım,  tepegöz lazım vb. Bu  imkanlarınız  var mı? 

Ayşe: Herkesi teknoloji  hastası yaptılar. Öğretmen yaptığı işe yabancılaşmış durumda eskiden dergiler vardı şu anda onun yerini WEB siteleri almış durumda. Öğretmen oradan indiriyor. Ne olduğuna bakmıyor bile, alıp aynen kullanıyor. Sürece bir katkısı yok, işine yabancılaşmış durumda. Sana  ait değil hiç biri.

Dilara: Öğretmen ne yapacağını bilmiyor,  eğitimini de almamış, program hazırlama sürecine de örneğin bir tartışma ortamı yaratılarak bile olsa dahil edilmemiş, dolayısıyla baştan beri gelişmelerin dışında bırakılmış, yabancılaşma bütün bunlarla birlikte oluşuyor belki de.

Yıldız: Evet, eleştirilen bir çok sorun vardı, onlar hala daha sorun olmaya devam ediyor. Bir şey değişmemiş. Örneğin ders kitaplarındaki metinler ve görsellerde cinsiyet ayrımcılığı sorunu hala daha devam ediyor. Sırf sese uygun bir şey üretmek için bir şeyler uydurulmuş ama onların hiç bir pedagojik  yanı yok, çocuk o sesi çıkartsın da nasıl çıkartırsa çıkartsın.  Temelinde oluşturmacılık felsefesi var deniyor ya, ben ona inanmıyorum, davranışçılığın adı oluşturmacılık olmuş gibi.

DilaraSon olarak, daha başka neler söylemek isterdiniz?

Yıldız: Bir de çok önemli bir meseleyi atladık, ölçme değerlendirme konusunu. Örneğin portfolyo  çalışması yapılması isteniyor, etkinliklerin sonunda değerlendirme yapılması isteniyor. Bir sürü form var doldurulacak.

Necla: Dosyalar, klasörler, dolap lazım onun için, nerede saklanacak  onlar? Yok.

Yıldız: Benim 18 tane öğrencim var, hesapladım, yarım dönem için toplam 320 sayfa değerlendirme  formu doldurmam lazım, sadece portfolyo için olanları kastediyorum.

Ayşe: Hesaplamışlar, 2000 kişilik bir okul için toplam 800 bin tane form doldurulması gerekiyormuş.

Dilara: Bu bir şehir efsanesi mi?

Ayşe, Necla, Yıldız: Olur mu canım, işte hesap ortada…

Onlar büyük hesapların içine düşmüşken ben kaydedicinin düğmesine basıyorum…


Dilara Kahyaoğlu
20 Ekim 2005 / 18.30…
Eğitimsen /İstanbul - Mecidiyeköy

Bu söyleşi Zil ve Teneffüs dergisinde yayımlanmıştı.
Bu eski söyleşiyi yayımlamak istedim çünkü hem arşiv olarak değeri var hem de buradaki fikirler, eleştiriler şu an için de geçerlidir.





Hiç yorum yok: