06 Nisan 2018

Eski İç Asya Toplulukları Hakkındaki Bilgileri Nerelerden Öğreniyoruz?

Dilara Kahyaoğlu
1998
Önemli kaynaklardan biri
Macarcadan çeviren Sadrettin Karatay
Orta Asya Neresidir?

İç Asya adı da verilen Orta Asya, en geniş şekliyle doğudan batıya Baykal Gölü ile Ural Dağları; Güneyde Altay Dağları, Balkaş Gölü-Aral Gölü arasında kalan bölgedir. Bölge tarıma elverişli olmayan steplerle (bozkır) kaplıdır.

Orta Asya’nın bizim tarafımızdan bilinen tarihi, MÖ 1000’li yıllara kadar gitmektedir. Günümüzden üç bin yıl öncesinde, herhangi bir yerleşik uygarlığın bulunmadığı bu bölgede, çok çeşitli kavimlerin birbirleriyle sık sık yağma savaşlarına girişen göçebe çoban toplulukları olarak yaşadıkları bilinmektedir. Bu topluluklara kavim adı verilmektedir.

Eski Orta Asya Toplulukları Hakkındaki Bilgileri Nerelerden Öğreniyoruz?
Moğollar, Slavlar, Samoyedler, Tunguzlar, Kırgızlar burada yaşadığı bilinen göçebe kavimlerden bazılarıdır. Bölgede yaşayan kavimler hakkındaki en eski bilgilerimizi, yerleşik ve gelişmiş (yazıya sahip) bir uygarlığa sahip olan sınır komşusu Çin kaynaklarına borçluyuz. Kavimler batıya doğru hareket ettikçe, başta İran, Roma ve Bizans  olmak üzere diğer yerleşik ve gelişmiş  Ön Asya/Anadolu ve sonra Avrupa  uygarlıklarıyla karşı karşıya gelecekler ve onların kayıtlarında da yer alacaklardır dolayısıyla daha geç dönem hakkındaki bilgilerimizi de bu kaynaklara borçluyuz.

Asya'nın coğrafi olarak bölünmesini gösteren harita
Kaynak: Bilinmeyen İç Asya, s. 14

Orta Asya’da göçebe hayvan besiciliği yaparak yaşayan bu kabileleri, bölgenin bilinen tarihinin ilk zamanlarından itibaren "ırk"larına bakarak birbirlerinden ayırmak imkansızdır. Yerleşik bir hayatın olmadığı bu dönemde çoğu zaman konup göçerek yaşayan bu gruplar göçler, savaşlar, evlilikler ve diğer sebeplerden dolayı birbirleri ile karışmışlardır. Bu kavimlerin yaşantılarıyla ilgili olarak kesinlikle söyleyebileceğimiz tek şey, bu günden geriye doğru iz sürerek Orta Asya’da yaşamış olan saf "ırk"lara ulaşamayacağımızdır.

Bizim için önemli olan mesele, bu kadar erken bir tarihte, bize hiç bir yazılı kaynak bırakmaksızın yaşamlarını sürdürmüş olan bu göçebe kavimlerin hem birbirleriyle hem de doğa ile kurdukları ilişkinin temel özelliklerini belirlemektir. Çünkü kavimlerin tarihi bu ilişkilerin tarihidir.

Günümüzden çok önceki bir zaman diliminde yaşamış olan ve günümüzün Asya ve Doğu Avrupa yerleşik uygarlıklarını oluşturan bu kavimlerin yaşantılarını o gün nasıl gerçekleştiyse o haliyle incelememiz mümkün değildir. Bu noktada imdadımıza yetişen Antropoloji ve Arkeoloji bilimleri olmaktadır. Arkeoloji bilimi Orta Asya’da yaptığı kazılarda elde ettiği kalıntıları değerlendirirken, Antropoloji, kabile yaşantısını zamanımıza daha yakın dönemlerde sürdürmekte olan gruplara bakarak bir takım yargılar ileri sürmektedir. Tarihçiler de bunların tarihi geçerlilikleri konusunda bir takım teoriler oluşturmaya çalışmaktadırlar. Her teori yenilenmeye ve geliştirilmeye açıktır.

Orta Asya’da gördüğümüz ve daha sonradan kendilerine, -daha çok kast edilen topluluğun dışında kalanlarca- “Türk” adı verilecek olanlar da dahil olan çok sayıda insan topluluğu, kan bağına dayanan kabileler halinde, göçebe çobanlık (hayvan besiciliği) yaparak yaşamlarını sürdürmekteydiler. Kabilelerin klan denilen küçük gruplardan oluştuğu düşünülür. Klanların oluşmasını sağlayan şey başlarda kan bağı iken daha sonraları başka gruplarda yaşayanlara karşı dayanışma biçimini almış, farklı klanlar bir araya gelerek kabileleri oluşturmuştur. Kabilelerin birleşmesiyle ortaya çıkacak olan çok geniş topluluklara da kavim adı verilmiştir.

Giderek klanlardan birinin askeri önderliği üstlenerek diğer klanlar arasından sivrilmesi, hediyeler ve yağmadan aldığı payın giderek büyümesinin etkisiyle zenginleşmesi sonucu diğer klan ve kabileleri kendine bağlı hale getirmesiyle kabile konfederasyonları ortaya çıkacaktır. Konfederasyon şefleri, yüzyıllar sonraki devlet kurucuların atalarıdır.

Klan-Kabile-Kavim zincirinin günümüzdeki gibi ülke sınırlarıyla bölünmemiş olan, yani her türlü denetimden ve güvenlikten uzakta bulunan uçsuz bucaksız Orta Asya steplerinde yaşayan insanlar için önemi büyüktür, hatta yaşamalarının ana koşuludur diyebiliriz.

Her insan daha en baştan böyle bir topluluk (klan) içinde dünyaya geliyor; aralarında olduğu varsayılan kan bağı, çetin doğa şartlarına ve topluluğun çevresini saran bütün diğer tehlikelere karşı, hayatlarını sürdürmeye çalışan insanların üretim yaparken (hayvan besleme ve göçerlik), ürerken ve savaşırken ana dayanağını oluşturuyordu. Dost veya müttefik olarak kabul edilmemiş klanlar ilke olarak düşman kabul ediliyordu. Bir sebepten dolayı klanından ayrılan kişi, henüz klanlar dışında herhangi bir otoritenin olmadığı mekanda tamamen korumasız kalıyordu. Kölelik, kendi klanının güvencesinden çıkarılıp çaresiz kalmak anlamına geliyordu. Başka bir klanın geleneksel bölgesine dışarıdan yaklaşan veya hareket (göç) halindeki bir klanla karşılaşan yabancı klanın;  derhal baş vuracağı dostluk ve aman dileme jestleri kabul görmezse çatışma yaşanıyor belki bir kısmı öldürülüyor, öte yandan hayatları bağışlanan misafir veya sığıntılar, teslim olanlar; belli tören ve sınavlardan geçtikleri takdirde, klan kararıyla kan bağına dahil edilebiliyordu.


*Kaynak gösterilmeden, aktif link verilmeden kullanılamaz.

Hiç yorum yok: