16 Kasım 2018

Eski Türk Tarihiyle İlgili Tarihçilik Sorunları

Dilara Kahyaoğlu
1999-2018

1240 yılında Moğollar tarafında yapılan Kiev şehrinin kuşatılmasından temsili
bir resim. Ortada duran kubbe şeklindeki devasa eşya komuta eden kişinin obasıdır.
Seyyar olarak savaş meydanına kadar getiriliyor ve karargah görevi de görüyordu.
Savaşçı göçebeler tahmin edilebileceği gibi bozkır yaşantısına uygun bir siyasi örgütlenme geliştirmişlerdi. Bir boyun kuvvetli bir şef önderliğinde diğer boyları kendisine bağlaması şeklinde ortaya çıkan bu siyasi yapılanmaya genellikle “Boylar Birliği” veya “Boylar Konfederasyonu” denmektedir. Bu tür bir örgütlenme hızla bir araya gelmeyi kolaylaştırdığı gibi hızla dağılmayı da kolaylaştırdığından eski Türk [1] kabile birliklerinin de çok çabuk dağıldığını biliyoruz.

Bu konuyla ilgili bazı sorunlarımız var. Öncelikle şu noktayı açalım:
1. Türklerde “tüm ülke hükümdar ailesinin ortak malı” idi, ders kitaplarında bu konu “Veraset Sistemi” [2] olarak geçer. Ülke toprakları derken kastedilen şey boylar birliğinin hakim olduğu sınırları çok belirgin olmayan alanlardır. Burada esas sorun “toprağın mülkiyeti kimindir?” sorunu değildir. Sorun, bu toprakları “kimin yöneteceği, kimin önderlik edeceği?” sorunudur. Ülke topraklarının tüm aileye ait olmasının anlamı hükümdar öldüğü zaman ortaya çıkar çünkü ölen hükümdarın yerine ailenin tüm erkek üyelerinin ülkeyi yönetme hakkı vardır. Bir daha tekrarlamak pahasına; “hükümdar ölünce kimin başa geçeceği belli değildir!”.


Kimi hükümdar belki sonradan olabilecek çatışmaları önlemek, belki de  (hatta büyük bir ihtimalle) daha kendisi sağken, ülkesini hakkı olanlar arasında paylaştırmayı bizzat yapmak istediğinden olsa gerek, topraklarını oğulları arasında paylaştırmışlardır. Kimi zaman ise yine bu törenin etkisiyle ülkeyi daha baştan kardeşi ile paylaşarak yönetmek durumunda kalmışlardır (İkili yönetim). İkili yönetimde ülke; sağ, sol veya doğu, batı şeklinde ikiye ayrılarak yönetilirdi. Bu durumda esas hükümdar doğuda (solda) bulunur diğer tarafa genellikle ikinci kardeş giderdi. İkinci kardeş yabgu unvanı ile anılırken "esas" hükümdara ise Hakan denirdi.

Zaten bu tip kesin kuralların (örneğin “hakanın büyük oğlu başa geçer” gibi)  bozkır yaşantısı içindeki göçebe çobanlara/savaşçı göçebelere uygun düşmeyeceği açıktır. Çetin hayat şartlarında yaşayan halk, “kutsal kabul edilen aileden” (bu da değişebilir) kendini kanıtlayabilenin yani bir anlamda halkı zaferden zafere, ganimetten ganimete koşturacak bir liderin peşindedir. Böylesi bir sistem, “iyi” ve "cesur" hükümdarların başa geçmesine olanak tanımış olmakla beraber sık sık aile içindeki iktidar kavgalarına, bölünmelere çöküşlere de yol açmıştır.

Soru: Eski Türklerin siyasi tarihlerini işlemiştik, nasıl yıkıldıklarını hatırlıyor musunuz? Yukarıdaki pasajı da dikkate alarak bu soruyu tartışın. Bildiğimiz yıkılma ve kurulma örnekleri bu pasajdaki bilgileri destekliyor mu?

Üzerinde durmamız gereken ikinci nokta ise şudur:
2. Fark etmiş olmalısınız, hükümdar ailesinden “kutsal aile” diye söz ettik. Çünkü halk/boy hükümdar ailesinin kutlu olduğuna, tanrıdan “kut almış" olduğuna inanırdı.  “Kut almak” terimi bütün "Türk" boylarında rastladığımız bir gelenektir (hatta İslamiyetten sonra bile). Kut; şanslı, seçilmiş, uğurlu anlamında kullanılan bir kelime. Tanrının (tanrıların, gök tanrının, kutsal büyük bir gücün vb.) yönetmek için o kişiyi ve o aileyi seçtiğine inanmaktaydılar. Tanrı o aileyi kutlu kılmıştır, onlara şans ve uğur vermiştir vb. Bu nedenle de o aileden olan herkesin başa geçmeye hakkı vardır. Bu sistem Osmanlılarda da devam etmiştir ama orada devlet örgütlenmesi tamamlanmış olduğundan özellikle başlangıçta sık sık ortaya çıkan taht kavgaları hiç bir zaman sonu yıkılmayla biten parçalanmaya yol açmadı. Oysa bozkır insanlarının gevşek birliğinde bu gelişmeler birer parçalanma ve yıkılma nedeni olarak karşımıza çıkıyor.

Aslında hükümdarların kutlu olduğu inanışı; hükümdara meşruiyet sağlamak için inanç sistemi çerçevesinde geliştirilmiş bir yöntemdir. Böylelikle hükümdarların etrafında “kutsallık halesi” oluşturuluyor, hakanların dedikleri ve yaptıkları tartışılamaz, karşı konulamaz hale geliyordu ayrıca bu durumdan bütün aile üyeleri de yararlanıyordu. Bu anlayış hakanın denetimi altındaki diğer boylarda da görülen bir anlayıştır. Egemen olmak isteyen her boy beyi (kabile şefi) kendisi için kutsallık simgeleri ile süslenmiş bir efsane, bir geçmiş yaratmak zorundaydı. Bu, boy beyinin gördüğü simgelerle yüklü bir rüya, simgelerle yüklü bir kahramanlık öyküsü veya geçmişte yaşamış güçlü bir hakanla yaratılmış akrabalık ilişkisi de olabilirdi. Bu tip kutsal geçmiş yaratma girişimlerine, Osmanlılar da dahil  olmak üzere her dönemde ve her toplumda rastlamak mümkündür.

Soru: Mısır firavunlarının “tanrı krallar” olarak görüldüğünü biliyorsunuz. Hakan ile Firavun arasında bu anlamda ne gibi farklar buluyorsunuz, bu farkların (veya farkın) nedeni konusunda düşününüz. Örnek vererek açıklamaya çalışın.  
Bir de şu konuya göz atalım:
3. Hakan ülkeyi tek başına yönetmezdi daha doğrusu yönetemezdi. Çünkü sistem boyların birliği üzerine kurulmuştu. Bağlı olan boyları egemenlik altında tutmak her şeyden önce güçlü bir hakanın varlığını zorunlu kılar. Güçlü hakan; ticaret yollarının denetimini sağlar, oralardan gelir elde edilmesinden, zengin bölgelere düzenlettiği başarılı yağma seferleri ile önemli ganimetler elde edilmesine kadar bir çok konuda önderlik ederdi. Ama bütün bunlar yine de tek başına yeterli değildi. Egemen olmak hakanın etrafında birleşmiş olan boy beylerinin uzlaşmasına da bağlıydı. Elde edilen ganimetten her boy konumuna uygun bir pay alma hakkına sahipti. Bütün bunları yapabilmesi için hakanın savaş, ticaret, barış gibi temel konularda diğer boyları (beylerini) ikna etmesi, belki de muhtemelen fikirlerini alması, onlarla tartışması gerekiyordu. İşte bu boy beylerinin ve diğer devlet yöneticilerinin oluşturduğu danışma kurulu niteliğindeki meclise “kurultay”, “toy” veya kengeş meclisi” denilmekteydi. Buraya katılmak aynı zamanda birlik içinde yer almak anlamına da gelirdi, bazen bu kurulların yeni hakan seçiminde de etkili olduğu görülmüştür.[3]
Soru: İlkçağ'da var olmuş devletlerin (Sümer şehir devletleri, Frigler, Lidler, Hititler, Persler vb.) bir çoğunda kurultaya benzer kurullar görülmez.
-Neden?
-Onun yerine geçebilecek başka bir kurum var mıydı?
-Bu türden devletlerde hükümdar egemenliğini nasıl sağlıyor, halkı bir arada nasıl tutuyor ve yıllarca başta kaldığı gibi varisleri de nasıl aynı şekilde nasıl egemenliklerini sürdürebiliyorlardı?
-Mesela, Hititleri, Mısır'ı, Atina'yı, Persleri düşünün. Bunların hepsinde aynı türden bir yönetim şeklinin olduğunu söyleyebilir miyiz? Örneklendirerek açıklayınız.

Şuna kısaca göz atıyoruz. Önce pasajı okuyalım. 
4. 
Siyasi örgütlenmenin geliştiği daha ileri aşamalarda (örneğin Uygurlar) hakan adına çalışanlara “buyruk”, başlarındaki yöneticiye ise “ayguci” denirdi. Katipler ve bilginler “tamgacı » olarak isimlendirilir, hükümdar ailesinden olup da değişik yerlere gönderilen idarecilere ise “şad” denirdi. "tudun” vali, "tigin" şehzade anlamında kullanılmıştır. Hükümdar eşleri ise “hatun” veya “katun” unvanı ile anılırdı. 
Soru: Metinde katiplerden bahsedilmiş...
-Yazının olmadığı bir toplumda katiplerin var olmasını açıklayabilir miyiz?
-Pasajda yazılanlar Hunlar ve Göktürkler için de geçerli bir bilgi olabilir mi? Neden?[4]
-Değilse bu bilgi, eski Türk toplumlarından en çok hangisiyle ilişkilendirilebilir? 

Son iki noktayla bu konuyu bitiriyoruz.
5. Sınır var mıydı? Başkent var mıydı?
Boylar Konfederasyonlarının nasıl oluştuğunu, nasıl ve neden dağıldığından bahsetmeye çalıştık, anlaşılmış olduğunu tahmin etmekle beraber bir kere daha şunu belirtmekle yarar var. Eski Türk «devletlerinin» sınırları bugünkü anlamda kesin çizgilerle belirlenmiş değildi. Ne sınır telleri, ne işaretleri, ne de oraları devamlı bekleyip gece gündüz nöbet tutan özel askerler vardı. Ama her boyun yaşadığı, avlandığı, yaşam alanları belliydi. Her boy elbette kendi alanını herhangi bir tehdit karşısında savunur, başarılı olamazsa da bulunduğu bölgeyi terk etmek zorunda kalırdı. Haritalarda eski "Türk" devletlerinin sınırları olarak kesin çizgilerle gösterilen yerler hayalidir, zaten yeterli yazılı belgelere de sahip olmadığımız için çok ayrıntılı bilgilere sahip değiliz. Örneğin Göktürk Konfederasyonunun toprakları olarak gösterilen yerlere; avlandıkları, ticaret kervanlarını denetledikleri, hayvanlarını otlattıkları, zaman zaman seferlere çıkarak ganimet topladıkları her an değişebilecek alanlar olarak bakmak gerekir.

Aynı şekilde klasik başkent anlayışı da Türklerde yoktu. Orhun Yazıtları’nda da belirtildiği gibi Göktürkler’in başkenti olarak söylenen Ötügen hakanın ve boyunun yaşadığı bir ormandı. Yalnız, yerleşik hayata geçmiş olan Uygurlarda durum daha farklıdır onların başkenti olan Karabalgasun kenti ve diğer kentleri yerleşik mimari özelliklerin görüldüğü kentlerdi.

Soru: Bu durumda; eski Türk boylar birliklerinin varlığını ve etki alanlarını gösteren bir siyasi haritayı nasıl çizmek gerekir? Öneride bulunun, hatta çizerek gösterirseniz çok iyi olur. 

Son...
6. Düzenli ordu var mıydı?
İlk «düzenli orduyu » onluk sisteme göre Mete’nin kurduğu iddia edilir.[5] Buna göre on kişinin başında onbaşı, yüz kişinin başında yüzbaşı, bin kişinin başında binbaşı onbin kişinin başında ise tümenbaşı bulunurdu. Bu anlatıya bakarsak eski Türklerde daimi ve düzenli bir ordu olduğu sonucunu çıkarırız ki bu doğru değildir.[6] Savaşçı göçebelerin yaşam tarzı, bilinen anlamda devletin olmaması düzenli bir ordunun kurulması önünde engeldi. Bozkır yaşantısına uygun bir şekilde her erkek belirli bir yaştan itibaren savaşmak zorundaydı bilgisi,  gerçeğe -düzenli ordu anlayışından-  çok daha yakındır. Ordu-Millet de denilen bu sisteme göre uygun zamanlarda belli bir yerde bir araya gelen boy erkekleri savaşa ve yağmaya katılır işleri bittiğinde ise yaşadıkları ve hayvanlarını otlattıkları “yurt”larına geri dönerlerdi. Yurtlar özel mülk değildi, o yurtta yaşayan tüm boyun bu topraklardan yararlanma hakkı vardı. Savaş silahları ok, yay, kılıç ve mızraktı, kement de kullanırlardı. Üzengi kullandıkları için at üzerinde savaşmada ustaydılar.[7]

“Ordu” sözcüğü, anlam açısından, değişim geçirmiştir.
“Ordu” sözü Orhun Yazıtları’nda geçmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla “ordu” yönetimin sürdürüldüğü yer anlamına gelmektedir. Nitekim bir zaferden sonra, hakanın “sevinerek ordusuna döndüğü” belirtilmektedir. Divan- ı Lügat-it Türk’den ise; kelimenin, zamanla hakanın oturduğu şehir anlamını içermeye başladığını öğrenmekteyiz. Diğer bir çok yerde ve çağdaş Orta Asya lehçelerinde “ordu” (orda) kelimesi; hanın, soyluların, beyin bulunduğu yer, yönetimin örgütlendiği bölge anlamına gelmektedir. Nispeten geç dönemlerde yazıldığı bilinen Dede Korkut Hikayeleri’de anlattıkları çağdaki Oğuzların, han ve bey karargahlarına ordu denildiğini belgelemiş olmaktadırlar. Eski Türklerde savaş güçlerine “sü”(su) ya da “çerig” (çeri) dediklerini biliyoruz. İlk Osmanlılarda da asker yerine “çeri” derlerdi. (Bu durumda) “ordu” kelimesinin çağdaş anlamında, 15.yüzyıldan önce kullanılmamış olduğu söylenebilir. Ümit Hassan; Türkiye Tarihi 1. Cilt, say; 341
 Soru: Ordu kelimesinde zamanla ortaya çıkan gelişmeyi özetleyiniz. 
Notlar
[1] Türk ismi geniş anlamda kullanılmıştır. Esas kastedilen bozkır dünyasına ait tüm boylar birliğidir ki içlerinde her türlü etnik gruptan topluluklar vardı.
[2] Veraset Sistemi: Hükümdarlık mirasının devredilmesini ve devralınmasını kastediyorlar. Bu haliyle öğrenciler tarafından asla anlaşılmayan bir isimlendirmedir bu. Ama böyle yerleştiği için de kullanmak zorunda kalıyoruz.
[3] Kurultay, bir meclis değildir. Veya şöyle diyelim bugün kullandığımız anlamda seçimle gelmiş temsilcilerden oluşan bir meclis değildir. Boyların beyleri doğrudan üyedir, doğal üyedir. Hükümdar çok güçlüyse kurultayın etkisi de sınırlı kalır. Ama bunlar kısa süreli dönemlerdir. Hakan ölünce veya zayıflayınca durum hemen değişebilir.
[4] Hunlarda ve Göktürklerde yazı yok. Orhun Yazıtları II. Göktürk devletinden (Kutluk Devleti) kalmadır. Mezar taşlarında kısa bilgiler edindiğimiz hatıra notları ve bazı damgalar var, Orhun Yazıtları da bir anıt yazısıdır. bkz. Orhun Yazıtları (ayrıca bkz.)
[5]  Yazılı kaynak yoksa nasıl bilebiliriz, ne kadarını biliriz? Hunlardan kalan bir yazılı kaynak yok. Onlar hakkındaki bilgiyi Çinlilerden öğreniyoruz. Onlar ne anlattıysa o kadarını biliyoruz. Ve Çinliler Hunların düzenli bir ordusu olduğundan hiç bahsetmediler, bahsedemezlerdi de çünkü Hunların, Göktürklerin vb. yaşam koşulları buna uygun değildi.
[6] Anakronizm sorunu... Günümüzde var olan devlet veya ordu modelinin geçmişte de aynen olabileceğini savunmak anakronizmdir. Bu çok yapılan  hatta bilerek yapılan bir yanlışlık. Zamanı çarpıtma. Tarihi çarpıtma... Geçmişi ve bu bugünü bükerek dün bugünmüş veya bugün dünmüş gibi düşünme... Ve en önemlisi bunu gerçek kabul edip tarihsel olguları buna göre yorumlama.. Metindeki Ümit Hassan'dan alıntılanan bilgiden de anlaşılacağı gibi "ordu" kelimesinin geçmişte başka anlamları var ancak 15. yüzyıldan itibaren bugünkü anlamda kullanılmaya başlanmış...
[7] Burada anlatılan savaşma teknikleri tüm savaşçı göçebe kavimler (İskitler, Moğollar, Slavlar vb.)  için de geçerlidir. Sadece Türklere has bir özellik değildir.

Kaynak göstermeden kullanılamaz.

Hiç yorum yok: