24 Kasım 2018

Sorular Eşliğinde İç Asya'da Sözlü ve Yazılı Kültür

Dilara Kahyaoğlu
1998-2018


Sözlü Kültür, Yazılı Kültür 
El Castillo mağarasından (İspanya) simgesel bir resim. Diğer mağara resimlerinden
 farklı olarak burada somut bir varlık resmedilmemiş. Bu işaretler, yazının olmadığı dönemde
 insanların iletişim için kurdukları bir sistem olabilir diyor uzmanlar.
Anlamını bilmesek de yazının icadını hazırlayan ihtiyacı gösteren (iletişim?)
bir duruma işaret ettiği açıktır.
https://www.donsmaps.com/castillo.html
Giriş
Yazı günümüzden yaklaşık 6000 yıl önce bulunmuştur. Yazıya alışkın olan, modern toplumda yaşayan bizler, öğrendiğimiz bilgilerin çoğunu kitaplardan okumuşuzdur. Unutmamak, unutturmamak için anılarımızı yazarız, geçmiş dönemlerden günümüze kadar ulaşmış olan bilgiler, düşünceler, kitaplarda saklıdır –şimdilerde bilgisayarda ama o da sonuçta yazıyla yapılan bir saklama/kayıt işlemidir- kimi zaman da duygularımızı dile getirmek için şiirler yazarız veya okuruz, okuma- yazma faaliyetini yürütmediğimiz neredeyse bir günümüz geçmez.

Soru: Peki yazının hiç olmadığı eski çağlarda insanlar ne yapıyorlardı? Önce yanıtlayıp sonra aşağıdaki paragrafla devam ediniz.

Topluma ait bilgileri, duygu ve düşünceleri nasıl saklayıp bir sonraki kuşağa aktarıyorlardı.
Bunun cevabı çok açıktır: Sözle. Yazı öncesi toplumlar başlarından geçen önemli olayları, destanlarla; sevgilerini, acılarını, şarkılarla; törelerini, atasözleriyle; hayallerini, masallarla; yergilerini, taşlama ile anlattılar. Zekalarını, mizah güçlerini, bilmecelerle sınadılar, yarıştılar, eğlendiler. İşte bu yüzden “yazı öncesi toplumların” maddi manevi kültürel ürünleri tanımanın en önemli yollarından biri o toplumun “sözlü kültürüne” bakmaktır. Her bir sözlü kültür ürünü – ki bunlar, destanlar, mitler, masallar, deyimler, atasözleri, şarkılar, maniler, bilmeceler vb.- içinden doğup geliştiği toplumun, ilk anılarını barındırdığı gibi, süreç içindeki toplumsal değişimin/tarihsel gelişimin de izlerini taşırlar.

Hiç bir sözlü kültür ürünü ortaya çıktığı ilk anlardaki gibi kalmaz, zaman içinde aktarıla aktarıla, sırf aktarma/ezber işleminin bizzat kendisinden kaynaklanan sorundan dolayı, toplumun hafızasında yer alışı farklılıklara uğrar, ayrıca toplumu etkileyen önemli olaylar, toplumsal değişimler de bu tip ürünlerin değişime uğramasına katkıda bulunur. Ama yine de kalıplarla aktarılan bu ürünler ilk hatıralara, ilk söyleniş biçimlerine özgü özellikleri daima üzerilerinde taşırlar.

Yazıdan önce söz vardı. Şimdi de var.  Yazını icadı, sözlü kültürü ortadan kaldırmamıştır, bugün bir çok toplumda ikisi yan yana yaşamayı sürdürüyor. Dünyamızda bazı toplumlarda -ki bunlar çok az kalmıştır- hala yazı yoktur. Bugün halkların binlerce yıldan beri dilden dile aktardığı ürünler, yazılı toplumlarda artık yazıya geçirilmiş durumdadır. Bir çok derleyici halkın içinde dolaşarak topladıklarını yazıya geçirmiştir. İşte sözlü kültür ürünleri esas değişime tam da bu aşamada uğramıştır. Örneğin; Eflatun Cem Güney, topladığı veya daha önce yazılmışlardan derlediği halk masallarını kendi dili ve üslubuyla yeniden yazmıştır. Oğuz Kağan Destanı, İslamiyet öncesi döneme aittir ama İslamiyet sonrası bu öyküleri derleyen ve yazıya geçirenler uygun bulmadıkları bazı şeyleri değiştirmiş ve büyük ölçüde de siyasi nedenlerle içlerine bir çok İslami öge katmışlardır. 

Soru: Oğuz Kağan destanında yukarıdaki paragrafta ileri sürülen iddiayı doğrulayacak örneklerden birini bulup yazınız. bkz. Bu linkte işinize yarayacak bilgiler olabilir. Başka kaynaklara da bkz.
Tartışın: Yazıya geçirilmiş, böylelikle belli bir tarihte sabitlenmiş olan bir destan düşünün (mesela İlyada). Günümüzden birileri, (bir yazar, bir kişi) bu destanı alıp yeniden yazsa ne olur? Örneğin yukarıda sözü geçen Oğuz Kağan destanı için bunu deneyen/yapan çok olmuştur. bkz. Rıza Nur'un Oğuz Kağan destanı.
Şimdi aşağıdaki kriterleri dikkate alarak tartışın.-"Bu eserin bir sahibi var. Kolektif bir sahibi bile olsa sahipsiz değildir. O nedenle başkasına ait bir eseri bu şekilde bozmak, bir de yeni esere kendi adını koymak etik açıdan yanlıştır" diyenler haklı mıdır?
-"Bunlar tarihsel belgedir, çünkü zamanın bir anında yazıya geçirilmişlerdir. Bu nedenle değiştirilmesi doğru değildir, belge üzerinde tahrifat yapılması kabul edilemez" diyenler haklı mıdır?
-"Bunlar ortak mirastır, kültürel mirasımızdır, yeniden yazma işi Ayasofya'nın kötü bir şekilde restore edilmesine benzer dolayısıyla orijinal eser bozulur" diyenler haklı mıdır?*

En çok merak edilen noktalardan biri insanların bu ürünleri nasıl olup da aslına yakın bir biçimde kuşaktan kuşağa aktardıkları sorunudur. Hatta bazı destanların binlerce dizelik olduğunu düşünürsek bu iyice ilginç bir hale gelir. Bu konuda araştırma yapan yazarlardan Walter J.Ong dizelerin ahenkli bir şekilde tekrarlandığını, bir şarkı gibi ritmik okunduğunu ve sürekli tekrarlanan kalıplar halinde bulunduğunu ve genellemeler içerdiğini bu genellemelerin ve kalıpların hatta söyleniş biçiminin bile insanlar tarafından küçüklüklerinden itibaren eğitilerek ezberlendiğini, özü itibariyle değiştirilmediğini söylüyor.

Soru: Üstteki paragrafa dikkat ediniz. Ong, ezberlenen sözlü eserlerin özü itibariyle değiştirilmediğini söylüyor. Hiç değişmiyor demiyor, özü itibariyle değişmez diyor. Bu mümkün mü? 

Bir Tanım, Bir Bilgi: Mitos ve Mitologya
Mitos (mythos), Yunancada sözlü öykü anlamına gelir. Mitoslar, ilkel insan topluluklarının, evreni, dünyayı ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlamak, henüz sırrını çözemedikleri hayatın ve evrenin çeşitli görüntülerini bir anlam kolaylığına bağlamak ihtiyacından doğmuş öykülerdir. Tabiatüstü ve fizikötesi kuvvetlerin yanı sıra, tabiat kuvvetleriyle savaşa girmiş, onları yenmiş veya yenememiş ilk yiğitlerin, kimlik ve kişiliklerini belirtmesiyle de mitoslar destanlara malzeme olur. Mitoslar dinlerin de başlangıcı oldukları gibi, bugün sanatın da yararlandığı ilham ve kültür kaynaklarıdır.
Mitologya ise mitoslar bilgisi ve mitosların sistemli bir şekilde toplamı anlamına gelmektedir. İlk mitoslara her milletin yaradılış efsanelerinde rastlanır.
“Masallar, mitler, halk hikayeleri, ortak (kollektif) bilinçdışının ürünleridir; ait olduğu topluluğun bireye sunduğu, binyıllar boyunca yaşanagelmiş, sınanmış zihin modellerini sahneler” Bilgin Saydam, “Deli Dumrul’un Bilinci”
Soru: Önce bilinçdışı kavramıyla ilgili bir araştırma yapınız. Daha sonra paragrafın anlatmak istediği düşünceyi örneklerle açıklamayı deneyiniz.
Okuma Parçası: Yazı İlerleme midir? 
İnsanların önceki birikimlerinden, ancak yazıyla kalıcı kılınmışlarsa yararlanabilecekleri açıktır. Gerçi, ilkel dediğimiz toplumlarda şaşırtıcı bir hatırlama yetisi olduğunu biliyorum. Fakat bu tür başarının sınırlı olduğu açıktır. Yazı bulunmuş olmalı ki her neslin bilgisi, deneyleri, acı ve tatlı deneyimleri birikebilsin. Böylelikle bu malzeme ışığında sonraki nesiller aynı şeylerle uğraşmayıp, tekniği geliştirmek ve ilerlemeyi sağlamak için bunlardan yararlansınlar.

Ama yazı ilerleme midir? Yazı, insanlık tarihinde, bizim çağımızın başlangıcından üç, dört bin yıl kadar önce, insanlığın en önemli ve temel keşiflerinin zaten yapılmış olduğu bir zamanda ortaya çıktı. Tarımın keşfi, hayvanların evcilleştirilmesi yazı yokken yapılmıştır.
Dolayısıyla yazı, bize ilerlemenin önkoşulu gibi görünürse de insanlığın gerçekleştirdiği en canalıcı ilerlemelerin, yazının yardımı olmadan başarıldığını unutmamalıyız.  Uygarlığımızda yazı en azından belirli bir bölgede ortaya çıkmıştır. Ama bu saptamanın hemen arkasından şu soruları sormalıyız, “yazının bulunduğu sırada neler oluyordu? Onu ortaya çıkaran koşullar neler olabilir?”

Bu bağlamda söylenebilecek bir tek olgu var. Her zaman ve her yerde yazının ortaya çıkması ile ilişkili görülebilecek tek olay efendiler ve kölelerden oluşan, nüfusun bir kısmının çalıştırıldığı, hiyerarşik toplumların kurulmasıdır. Yazının kullanıldığı ilk işleri düşündüğümüzde, yazının, en başta iktidarla bağıntılı olduğu açıkça görülür. Kayıtlar, kataloglar, sayımlar, kanunlar ve yönetmelikler için kullanılmıştır yazı. Her durumda amaç, ister mülkiyetin, ister insanların kontrolü olsun, yazı; bazı insanların dünya servetleri ve diğer insanlar üzerinde uyguladıkları bir gücün kanıtıdır. İlerleme denilen olgu, bilginin sermayeleşme ve tekelleşmesiyle ilgilidir ki bu da ancak yazının ortaya çıkmasından sonra gerçekleştirilebildi. Gerçek olan şudur ki, yazının kendisi, insanın insan tarafından sömürüsüne dayanan toplumlarla daima ilişki halinde olduğudur.

Dolayısıyla yazıdan sonraki dünyaya “uygar”, “ilerlemiş dünya” demek karmaşık bir sorundur. Doğaya üstünlük sağlayabilmek için insanın insana hükmetmesi ve insanlığın bir kesimine nesne gibi davranması gerekiyorsa ilerleme kavramının yarattığı sorulara artık açık ve basit bir yanıt veremeyiz. Claude Levi-Strauss, ırk, tarih ve kültür, say;106-108’den derlenmiş, başlık tarafımızdan konulmuştur.
Soru: Önce yazarın ne demeye çalıştığını anlayalım, sonra tartışalım
-Yazara göre yazının icadı hangi koşullarda gerçekleşmiştir?
-Yazarın gerçekte eleştirdiği nedir? Yazının icadını mı eleştiriyor yoksa başka bir şey mi söylüyor? Ve haklı mı? Örneklerle doğrulayın veya yanlışlayın.

1. Türklerde Sözlü Kültür
En eski dönemlere ait Türkçe herhangi bir metin bizlere ulaşmadığı için Türkçenin başlangıçtaki özelliği ve söz varlığı hakkından fazla bir şey söyleme özelliğine sahip değiliz. Bugün bildiğimiz bir çok sözlü kültür ürünü olan eser sonradan derlenmiş ve yazıya geçirilmiş böylelikle de günümüze kadar ulaşabilmiştir.
Türklerin yaratılış mitosları ise Şaman dinine bağlı Altay Türklerinde  görülüyor. Altay Türklerinin bugünde masallar halinde anlatıla gelen mitoslarından bazıları, derlenmiş ve yayımlanmıştır.

Eski Türk sözlü edebiyatının en önemli ürünleri savlar, sagular, koşuklar ve destanlardır.
Kısaca bunları inceleyelim;
Sav; Hayat felsefelerini, dünyaya ve doğaya bakışlarını, yaşam tarzlarını anlattıkları özlü sözler (atasözleri, deyimler).
Sagu; Ölenler için arkasından söylenen sevgi dolu sözler, ağıtlar.
Koşuk; Müzik ile beraber toy veya şölenlerde söylenen şiirler.
Destan; Bu en önemli sözlü edebiyat örneğidir. Halkın başından geçmiş çok önemli olaylar dilden dile anlatılarak günümüze kadar gelmiştir. Destanlar o toplumun gelenekleri ve göreneklerini, aynı zamanda yaşanmış olaylarını yansıtması bakımından çok önemli tarihsel ve sosyolojik bir malzemedir.

En önemli Türk destanları;
Oğuz Kağan destanı; İslamiyetten sonra yazıya geçirilmiştir. Oğuz Kağan’ın, Hun hükümdarı Mete olduğu düşünülmektedir fakat eldeki verilerle bunun kanıtlanması mümkün değildir.
Uygurların Türeyiş Destanı; Çin kaynaklarında da bulunan bu destan, Uygur Hakanı Temur- Buka adına dikilmiş mezar taşının çevirisinden elde edilmiştir.
Ergenekon destanı; Göktürklerin ortaya çıkış öyküsü anlatılır. Göktürkler Ergenekon denilen yerde çoğalırlar, demir bir dağı delerek güzel bir dünyaya çıkarlar ve büyük bir devlet kurarlar.
Türeyiş destanı (Bozkurt Destanı); Bir türeyiş mitosudur, Göktürkler’in dişi bir kurttan türediklerini hikaye eder.
Alp Er Tunga Destanı; Sakaların İranlılarla yaptıkları savaşlar anlatılır. Ünlü İran destanı Şehname’de bu destandan parçalar vardır.
Manas Destanı; Kırgızların destanıdır.
Şu Destanı; Saka Türklerinin Makedonya hükümdarı İskender’le yaptıkları savaşlar anlatılır.

Okuma Parçası: Türk Mitolojisinden bir örnek
“Şaman dini inançlarında /Altay Türkleri’nde dünyanın yaratılış öyküsü”


Daha yer ve gök yaratılmadan önce her şeyden sudan ibaretti. Ne toprak, ne güneş, ne gök, ne de ay vardı. Bütün tanrıların en büyüğü, her varlığın başlangıcı ve insanoğlu’nun atası “Kara Han”, önce kendisine benzer bir varlık yarattı ve ismine “Kişi” dedi. Kara Han ve Kişi iki siyah kaz gibi su üzerinde uçuyordu. Fakat Kişi bu mutlu ve dingin hayattan memnun değildi. O Kara Han’dan daha yükseğe uçmak istiyordu. Bu küstahlığı yüzünden uçabilme yeteneğini kaybetti ve derin sonsuz sulara yuvarlandı. Boğulmak üzereydi ki Kara Handan yardım istedi, Kara Han denizden bir yıldız yükseltti, Kişi onun üstüne oturarak boğulmaktan kurtuldu. Uçui arkadaşını yitirip yalnız kalan Kara Han dünyayı yaratmayı düşündü. Kişi’den suya dalıp toprak çıkarmasını istedi. Kişi çıkarttığı toprağın bir kısmını Kara Han’a verdi diğer kısmınıda kendine gizli bir dünya yapmak için sakladı. Kara Han, toprakları suların üzerine serpti. Kişi geri kalan toprağı ağzında saklamıştı. Fakat öyle bir an geldi ki ağzındaki topraklar şişti, boğulacak gibi oldu, Kara Han O’na tükürmesini emretti böylece gizlediği topraklar Kişi’nin ağzından fırlayarak etrafa saçıldı. Kara Han’ın yarattığı arazi dümdüzdü, ama Kişi’den fırlayan topraklar bu dümdüz araziye yapıştı kaldı, bataklıklı tepeleri oluşturdu. Bunun üzerine çok hiddetlenen Kara Han, kişiye “Erlik” adını verdi ve onu ışık dairesinden kovdu. Kara Han bundan sonra yeryüzünde başka adamlar yarattı. Dokuz dallı bir ağaç büyüttü yeryüzünde ve herbir dalın altında bir adam yarattı. İşte bu dokuz adam, yeryüzündaki dokuz insan soyunun atalarıdır.

Erlik, dünyanın yeni yaratıklarının çok güzel ve iyi olduklarını görünce Kara Han’dan onları kendisine vermesini istedi. Kara Han razı olmadı, ama Erlik insanları fenalığa sevk ederek kendisine çekmeyi çok iyi biliyordu. Kara Han, İnsanlar Erlik’e kandığı için kızmıştı, insanları terk ederek göğü yarattı, göğün en yüksek katına ailesiyle birlikte yerleşti. Erlik göğü çok beğendi, kendisi de bir gök yaratmak için Kara Han’dan izin aldı, yarattığı göğe kötü ruhları yerleştirdi. Fakat bu kötü ruhlar, Kara Han’ın yarattığı insanlardan daha iyi yaşıyorlardı. Bu duruma canı sıkılan Kara Han, Erlik ile savaşması için Mandişire’yi gönderdi. Erlik’in göğü paramparça oldu ve toprağa düştü, işte o zaman toprak yarıldı, derin yarıklar, büyük dağlar, vadiler, boğazlar meydana geldi. Kara Han, Erlik’i yerin en derin bir katına sürdü. Orada ne güneş, ne ay, ne de yıldız ışığı vardı. Kara Han, O’na dünyanın sonuna kadar orada oturmasını emretti.
Behçet Necatigil, 100 soruda Mitologya, say;10-11

Yukarıdaki yaradılış efsanesinin farklı bir versiyonu da var:
Okuma Parçası: Dünya'nın Yaratılışı
Önceleri “gök” ve “yer” yoktu. Sadece uçsuz bucaksız deniz vardı. Tanrı Ülgen bir deniz üzerinde uçuyor, konacak bir yer arıyor fakat bulamıyordu. O zaman yüreğine bir ilham doğdu. “Önündeki nesneyi yakala!” Ülgen bu sözleri tekararlayarak ellerini uzattı ve birdenbire suyun üstüne çıkan taşı yakaladı, bunun üzerine oturdu. Bundan sonra dünyayı yaratmak istedi ama nasıl yaratacağını bilmiyordu. “Ne yaratayım, nasıl yaratayım diye düşündü” Birdenbire suyun içinden Ak Ana (Ak Ene) çıkıverdi karşısına; “ Bir nesne yaratmak istersen “yaptım oldu” de, “yaptım, olmadı” deme” diyerek gözden kayboldu. O zaman Ülgen insanlara şu emri verdi; “Varı yok demeyiniz, varı yok diyenler yok olur” Ümit Hassan, Türkiye Tarihi, say 294’deki alıntıdan derlenmiştir.  
Soru: -Aynı efsanenin farklı versiyonlarının yaratılma nedenlerinin neler olabileceğini düşününüz.
-Sizce bu iki versiyon arasındaki temel farklar nelerdir –Ak Ana tipine dikkat- Aşağıdaki alıntı da size yardımcı olacaktır.
“Efsane ve dualar izlendiğinde, Türklerin babahanlık öncesinde yaşamış bulunduğu anahanlık evresinin bütün kalıntılarını görmek mümkün olabilmektedir. Bütün Ana-Kadın kutsallıkları, babahanlık evresinde tek tek ruhlar veya Tengri haline getirilmiştir” Ümit Hassan, Türkiye Tarihi, Cilt 1 say; 293


2. Türklerde Yazılı Kültür

Türklerin siyasal varlık olarak tarih sahnesine çıkmaları , milattan önceki yüzyıllara Hiung-Nu lar dönemine kadar geriye gitmektedir. Hunlar döneminde yazının kullanıldığına ilişkin bazı kayıtlar olmakla birlikte bu yazının niteliği hakkında açık bilgilere sahip değiliz.

Bu yüzden Türkler’in kullandıkları kesin olarak bilinen ilk alfabe Göktürkler döneminde yaygınlık kazanan Göktürk alfabesidir. Son zamanlarda Issık-göl yakınındaki bir kurganda bulunan iki satırdan oluşan yazı Göktürk alfabesi karakterinde olup, MÖ V. ve IV. Yüzyıla tarihlenmektedir. Bu yüzden de Göktürklere bağlanan ilk Türk yazısının Göktürk kağanlığının kuruluşundan yüzyıllarca önce bulunduğunu kabul etmek gerekirse de bunlar yeterli kanıtlar değildir. İlk Türk alfabesinden günümüze kalan en büyük kanıtları, Göktürkler döneminde dikilen yazıtlarda karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilk bulunanları Yenisey ırmağı boyundaki yazıtlar-Yenisey Yazıtları- olmuştur. Daha sonraki döneme ait olanlar ise “Orhun Yazıtları olarak isimlendirilmiştir. “Yazıt” veya eski deyişle “kitabe”; Bir kimse veya önemli bir olayı yaşatmak amacıyla bir şey üzerine -ki bu genellikle taştır- çizilen, kazılan yazı anlamına gelmektedir.

Orhun Yazıtları/ Göktürk Kitabeleri
Moğolistan’ın kuzeyinde bulunan eski Türkçe yazıtlar 38 harften oluşan runik alfabesi ile yazılmıştı. Büyük çoğunluğu taşlar üzerine kazılı olan yazıtlar geniş bir bölgede dağınık halde bulunmuştur. Yanında bulunduğu Orhun nehrinden dolayı yazıtlara “Orhun Yazıtları” ismi verilmiştir. Bunlar toplam altı tanedir. Bunlardan üçü çok önemlidir.

İlki Göktürk hükümdarı Bilge Kağan tarafından kardeşi Kültigin adına dikilmiştir (732). “Kültigin Yazıtı” Bilge Kağan’nın ağzından yazılmıştı. Dört cephelidir, yukarıya doğru gittikçe daralır. 3.75 metre yüksekliğinde olan yazıtların etrafında 169 tane balbal vardır ve bunlar Kültigin’in hayatta iken öldürdüğü düşmanları temsil etmektedir. Yazıtta Kültigin ve Türk Budunu övülür. Türk ve Çinli sanatçılar birlikte çalışmışlar ve yazıları Bilge Kağan’ın yeğeni Yoluğ Tigin yazmıştır.

Kültigin Yazıtının 1 km uzağında “Bilge Kağan Yazıtı” bulunur…. Biçimi ve düzenlemesi Kültigin Yazıtı’nın aynısıdır ama biraz daha yüksektir. 735 yılında dikilmiş olan yazıt yine Bilge Kağan’ın ağzından yazılmıştır. Burada Kültigin’in ölümünden sonra olan olaylar anlatılır. Bunun yazıcısı (hakkak/kazıyıcı) da yine Yoluğ Tigindir. Etrafında bir türbe kalıntısı, balballar ve taşlar bulunur.

Bu iki yazıtın biraz doğusunda “Tonyukuk Yazıtı” yer alır. Diğer iki yazıtın devrilmiş olmasına karşın bu yazıt hala ayaktadır. Burada da Tonyukuk’un ağzıdan Doğu Göktük Kağanlığı’ndaki önemli olaylar anlatılır. Süsleme, yazı ve konum olarak diğer ikisi kadar önemli değildir. Etrafında diğer ikisinde olduğu gibi balballar, işlemeli taşlar vardır.

Türk adının geçtiği ilk Türkçe metinler olan bu üç yazıt “Kutluk Devleti”nin kuruluşu ve yönetimiyle ilgili önemli bilgiler içerir. Aynı zamanda Türk töre, askerlik ve uygarlığının da en önemli, en eski belgeleridir. Edebi açıdan da büyük önem taşırlar çünkü Türk yazı dilinin ilk örneği olmasının yanı sıra o dönemdeki Türkçenin düzeyini de gösterirler. Öbür Orhun Yazıtları ise; Orgin Yazıtı (731), Ihe Hüşotü Yazıtı (716) dır. Yazıtlar ilk kez (1893) Danimarkalı bilgin V. Thomsen tarafından okunmuştur.
Soru: Yazıtların bulunuşu ve okunuşuyla ilgili süreci araştırınız  (tüm yazıtlar kastedilmiştir, içlerinden sadece birini seçebilirsiniz). Bakalım ilginç bir şeyler keşfedecek misiniz? Eğer bulursanız not alın ve çevrenizle paylaşın. Yalnız kullandığınız kaynaklara dikkat edin. Yararlandığınız kaynakların ismini  yazmayı unutmayın.

Yenisey Yazıtları

Sibirya’daki Yenisey Irmağı havzasında bulunan Göktürkler ile Uygurlardan kalma ilk Türkçe yazıtlardır. Orhun Yazıtları’ndan daha eski olan Yenisey Yazıtları mezar taşlarının yanı sıra yazılı kayalar ve birçok eşya ile birlikte 70 parçadan oluşur. Bu yazıtları ilk bulanlar, ellerindeki kopyaları, resimleri ilk yayımlayanlar Messerschmidt ile Strahlenberg olmakla beraber yazıtların önemli noktalarının gün yüzüne çıkarılmasını gene Vilhelm Ludvig Peter Thomsen sağlamıştır.

Bazı bilim insanlarına göre Yenisey yazıtları Kırgızlardan kalmadır. Yenisey Yazıtlarında kullanılan harfler Orhun alfabesinden daha eski bir döneme yani 8. yüzyıldan önceye aittir.

Yazıt metinleri, daha çok yazıt sahibinin kendi ağzından yaşam öyküsüyle başlar, arkadaşlarına ve akrabalarına doyamadığını söylemesiyle sürer. Bu yüzden bu taşlar tam bir mezar taşı niteliğindedir. Metinlerde ne abartmaya ne de bir övgüye rastlanır.  Yazıtların tümü eski SSCB’nin çeşitli müzelerinde saklanmaktadır.

Orhun Alfabesi
Anıtlara verilen isim nedeniyle Orhun Alfabesi diye anılan Göktürk alfabesinin kökeni konusunda farklı iddialar vardır. Bu alfabede kullanılan işaretler “Runik” diye adlandırılan eski İskandinav yazısındaki işaretlere benzediği için o alfabeyle ilişkili olabileceği öne sürülmüştür (Thomsen) . Buna karşılık Aristov gibi Rus bilginleri bu yazıdaki işaretlerin eski Türk damgalarından alınmış olabileceğine dikkat çekmiştir. A. Cevat Emre ise bu yazının Sümer yazısı ile aynı kökten geldiğini varsaymıştır (kanıtlanmış bir görüş değildir). Bütün bu görüşler arasında en fazla taraftar bulan Thomsen’in görüşüdür.

Bu alfabenin Uygurlar döneminde de kullanıldığı, “Şine-Usu Yazıtı” ile “Taryat Yazıtı”ndan anlaşılmaktadır. Bunun dışında bu alfabe bazı değişiklikler ile Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler ve Sekeller tarafından da kullanılmış ve böylece Orta Asya’dan Avrupa içlerine kadar yayılmıştır. Göktürk alfabesi 38 harf ya da işaretten oluşmuştur. Bunlardan 4 ‘ü sesli 30’u sessiz 4’ü de hece işaretleridir. Tek sesli 27, çift sesli 3 tane harf vardır. Harfler bitiştirilmeden ayrı ayrı yazılır. Sözcükler birbirlerinden aralarına konan üst üste binmiş iki nokta ile ayrılır.

Uygur Alfabesi

Çin, Hint ve İran kültürlerinin etkisi ile kültür hayatına renk ve hareketlilik getiren Uygurlar, kağıdı ve matbaayı da alıp kullanmışlardır. Uygur alfabesi Sogd kökenli olup bazı değişiklikler ile Türkçe'ye uyarlanmıştı. Harf sayısı 18'dir. Bunlardan 3’ü sesli, 15’i sessizdir. Yazı, Arap yazısında olduğu gibi sağdan sola doğru yazılır, "z" dışındaki bütün harfler birleştirilir.

Bu alfabe ile yazılmış en eski metinler 9. yüzyıl sonlarına aittir. Bu alfabe İslamiyete geçişten sonra varlığını sadece Türkistan ve Kırım Türk devletlerinde koruyabilmiştir. Timur İmparatorluğu ve onun kollarında da Uygur yazısının kullanıldığı bilinmektedir. Ebu Said Mirza’nın 1468 de Uzun Hasan’a gönderdiği mektup Uygur harfleriyle yazılmıştı.

Osmanlı İmparatorluğunda da sarayda Uygurca bilen katipler vardı. Orta Asya Türk hükümdarlarına gönderilen kimi mektupları bunlar yazıyordu. Örneğin Fatih Sultan Mehmet’in Otlukbeli savaşından sonra Özbek Hanına gönderdiği “Zafername” Uygur yazısı ile yazılmıştı. Bu yazı 17. yüzyılda tamamen unutulmuştur.
Soru: Uygur yazısının uzun süre ve yaygın olarak  kullanılmasının nedenleri nedir? 

Türklerin kullandığı diğer alfabeler/yazılar
Türklerin İslamiyete geçişlerinden önce kullandıkları yazıları daha fazla sayıda adlandıran araştırmacılar da vardır. Bu alfabeler; Köktürkçe (Göktürkçe), Sogd yazısı, Uygur yazısı, Manihayi (mani dininin kabulünden sonra), Brahmi (Hindistan kökenli), Tibet yazısı ve Estrangelo'dır (Suriye kökenli Nasturi yazısı). İslamiyetten sonra; Arap kökenli alfabe, Latin kökenli yeni Türk alfabesi, Ermeni ve Yunan alfabeleri de kullanmışlardır. Örneğin; dilleri Türkçe, dinleri Ortodoks olan Karamanlılar, Yunan harflerini kullanıyorlardı. 9. yüzyılda Slavların kullandığı Kiril alfabesi de bu bölgede yaşayan Türkler tarafından kullanılmış ve halen de kullanılmaktadır. Örneğin, Moldavya- Romanya'da yaşayan Gagauz Türkleri bu alfabeyi 1944 sonrası SSCB döneminde kullanmışlardır.
Soru: Türklerin bu kadar çok çeşitte yazı kullanmalarının nedenleri konusunda düşünün ve tartışın.  

Türklerde Takvim
Eski Türkler günümüzde Çin gibi bazı uzak doğu ülkelerinde hala geleneksel olarak kullanılmakta olan “Oniki Hayvanlı Türk Takvimi”ni kullanmışlardır. Bu takvime göre her yılın bir hayvan adı vardır ve 12 yıllık döngüsel dönem bittiğinde yeni bir döngüsel döneme girilmektedir. On iki hayvanın adları sırasıyla şöyledir; Sıçgan (sıçan), Ud (sığır), Bars (pars), Tavışgan (tavşan), Lu (ejder), Yılan , Yund (at), Koy (koyun), Tağuk (Tavuk), İt (köpek), Tonguz (domuz). Aylar ise üçünç-ay, törtünç-ay gibi sayıyla belirtilirdi. Müslümanlık öncesi dönemde kullanılan bu takvim Müslümanlıktan sonra resmi olarak kullanılmamış onun yerine “Hicri” ve “Celali” takvimleri kullanılmıştır.
Soru: Kullanılan takvim çeşitliliğinin nedeni konusunda da düşünün ve tartışın.
3. Sanat ve Mimari

Türkler göçebe oldukları için sanat eserleri taşınabilir bir özellikteydi. Ancak Uygurlarda, Budizm adına yapılmış manastırlara, tapınaklara rastlıyoruz. Mezarlardan çıkarılan kılıç, yay, mızrak, kadın takıları taşınabilir sanat eserlerine örnektir. Mezarların başlarına zaman zaman çeşitli heykeller yapmışlardır (balballar) yalnız bunlar oldukça basit bir tarzda yapılmış heykellerdi. Kültigin’in mezarı başında koç ve kadın heykeli bulunmuştur. Renkli taş ve gümüş işçiliğinde başarılı olan Türkler, halı ve kilim dokumacılığıyla da uğraşırlardı. Uygurlar, resim ve yazı sanatıyla da uğraşmışlar ve önemli eserler vermişlerdir. Uygurlar ressamlarına “bedizçi” derlerdi. Ayrıca “kopuz” denilen bir alet ile müzik yaptıkları da bilinir.

Soru: "Uygurlar diğer Türk toplumlarından farklıydılar." Bu iddiayı destekleyecek kanıtlar bulunuz. Ve bunun nedeni üzerinde tartışınız.

***
Notlar
*Bu soruyu düşünürken. Şu yazarlara ve bazı eserlerine bkz. Ufuk açıcı olabilir. Marguerite Yourcenar  Doğu Öyküleri ve Hadrianus'un Anıları; Ursula K. Le Guin, Lavinia; Margaret Atwood, Penolope
Bu tartışma için önemli bir NOT: Eğer tartışmayı yöneten ben olsaydım, yeri geldiğinde ve tartışmacılardan biri aşağıdaki noktalara değinmemişlerse onlara hatırlatırdım. O noktalar şunlar: Tahrifat kelimesinin anlamı iyi bilinmeli.. Bir mimari eserin restorasyonu ile bir edebi, yazılı eserin yaratılması ve orijinalliğinin anlamı bilinmeli: Edebi bir eser mi yaratılıyor, kaynak belirtilmiş mi yoksa orijinal eserin aynısı olduğu iddiasıyla mı yazar bu eserini yayımlamış. vb. Bu konular ve bilgiler tartışma esnasında akla gelmeli...

Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

Hiç yorum yok: