30 Kasım 2018

Feodalizm veya Derebeylik

Dilara Kahyaoğlu
1998-2018
Harold, Dük William'a bağlılık yemini ediyor.
Sahne (23) Bayeux Goblen'ninden (halı) alınmıştır.
Konunun tarihçesini ve belli başlı özelliklerini anlatmadan önce sürekli kullanacağımız bazı kavramları açıklayarak konuya giriş yapacağım. Aslında Feodalizme özgü bu kavram ve terimleri açıklamaya çalışırken konuya odak noktasından girmiş olacağız.

Önce ana kavramımız olan Fief (tımar) ile başlayalım. Fief (Latincesi Feodum ya da feudum); Hizmet karşılığında bağışlanmış mülk anlamına gelir, anlaşıldığı gibi Feodalizm kelimesi de zaten bu sözcükten türetilmiştir. Demek ki ilk kavramamız gereken halka, belli bir hizmet karşılığında mülk edinilmesi… Yalnız dikkat ediniz bu mülk parayla satın alınmıyor, bağışlanıyor.
Soru: Kim bağışlıyor? Neden bağışlıyor? Hangi hizmetler karşılığı bağışlama işlemi yapılıyor?

İşte bunlar ilk anda aklımıza gelmesi gereken sorular. Konu ilerledikçe bu soruların cevabını bulmaya çalışacağız.


Senyör: Bunlar Feodal beylerdir. Yani fiefi belli bir hizmet karşılığı bağışlayanlar bunlardı. Aralarında belli bir hiyerarşi bulunurdu ve en büyük senyör kraldı. Senyör belli bir hizmet karşılığı –ki “Fief Sözleşmesi” denilen bir sözleşme ile senyör ve vasal arasındaki karşılıklı yükümlülükler tespit edilirdi- bağışta bulunduğu kişiyi kendisine bağlardı ve bağlanan kişiye “Vasal” bağlayan senyöre de “Süzeren” denirdi. Demek ki “vasal” ve “süzeren” ikilisi karşılıklı bir bağlanmaya/hukuksal antlaşmaya işaret eden iki kelime.
Soru: Sorularımızdan biri “bu mülk hangi hizmetler karşılığı bağışlanıyor?” idi. Yani senyör (büyük toprak sahibi) neden bu mülkü bağışlıyor? Ne bekliyor? Aldığı bu bağışa karşı “vasal" hangi hizmetleri yerine getirmekle yükümlü?”

Vasal: “Şövalye” olarak yani atlı bir asker olarak hizmet edebilir, senyörü adına savaşabilir, koruyuculuğunu yapabilirdi. Hizmet etmenin başka bir yolu da kendisine bağışlanan topraktan bir miktar geliri senyöre aktarabilir, -bu elbette rastgele vasalın gönlünden kopan bir miktarı vermesi şeklinde olmaz, ne kadar bekleniyorsa o kadarını verir-  senyör adına, kendisine bağışlanan bölgenin yargısal ve yönetsel işlerine bakardı.  Bazen hizmet, senyöre ödenen belli bir miktardaki parasal “rant”da olabiliyordu. Demek ki; vasal, senyörün adamı ve onunla yaptığı “antlaşma” doğrultusunda görevlerini yerine getirmekle yükümlü.
Soru: Vasalın bu yükümlülüklerine karşılık senyörün yükümlülükleri yok mu? Varsa onlar nelerdir? 

Senyör de vasalı koruması altında bulundurmak ve maiyetinde ona hakça davranmakla yükümlüdür. Sözleşmede yazılan hükümlere uymak sadece vasalın görevi değildi, senyörü de bağlıyordu.

Soru: Peki topraktan elde edilen gelir diyoruz, bu geliri kim elde edecek? Bizzat vasal mı tarlada, bağda, bahçede, ormanda çalışacak veya hayvan yetiştirecek?  vb. 

Elbette hayır, çünkü bağışlanan o topraklarda yaşayan toprağa bağlı durumda, toprakla beraber alınıp satılan yarı köle durumunda köylüler var onlara da “serf” deniyor. İşte bunlar toplumsal tabakalaşmanın en altında yer alan sınıftır ve üretim işini bağlı oldukları bey adına (burada vasal, serflerin beyi oluyor) onlar yaparlar, elde elde ettiklerinin bir kısmı ile geçinir geri kalan artı-ürünlerini ve artı-emeklerini (angarya) beye vermekle yükümlüdürler. Bunlar genellikle ürün üzerinden ödenen “ayni vergi”lerdir (Buğday, yağ, hayvan, sebze, meyve, hayvan ürünleri, yakacak v.b). Aynı zamanda artı-emekleri de beyin hizmetindedir dedik yani bey istediği zaman feodal beyin özel arazisinde çalışmak, onun özel işlerini yapmak gibi adına “angarya “ denilen işleri de yaparlardı. Eğer elde ettikleri bu ürünleri pazara götürüp veya başka yolla satabiliyorlarsa o satıştan elde edilen paranın bir kısmı yine beye verilirdi. Serf işlediği toprağı terk edemez (yatay hareketlilik yok), hatta her an toprakla beraber alınıp satılabilirdi. 

Vasalların senyörler karşısındaki yükümlülüklerinin ne olduğu ayrıntılı bir şekilde belirlenmiş olmakla beraber, serfin kendi beyine karşı olan yükümlülükleri böyle ayrıntılı bir şekilde saptanmamıştı, bu beyin işini kolaylaştıran bir durumdu elbette. Kısacası kendine fief bağışlanan kişinin (vasalın) “serf” üzerinde mülkiyet hakkı vardır. Süzerenlerin de kendine ait, bağış dışı tuttukları toprakları, köyleri vardı. Oralarda da üretimi serfler yapardı. Bu duruda serfler doğrudan süzeren konumundaki beye bağlıydılar. Kralın en büyük süzeren olduğunu da tekrar hatırlatalım.

Okuma Parçası 1  
Şövalyelik: Egemen bir sınıfın ahlak anlayışı
Şövalyeliğin gitgide kurumlaşması, senyörleri de vasalları da eşit bir biçimde Hristiyan değerlerinin öne çıkıp kendini dayattığı ortak bir ahlak anlayışında birleştirdi. Bu anlamda şövalyeliğe giriş (zırh kuşanma), bir rahibin yönettiği gerçek bir dini ayin haline geldi. Dini yanıyla birlikte bu ayinin, savaşçılığa ilk adımı atmak gibi bir anlamı da vardı; genç savaşçının hiç sarsılmadan, gözünü kırpmadan ensesine kılıcın ayasıyla vurulan darbeye direnç göstermesi gerekiyordu. Bu tip törenler her ne kadar kilise kadroları tarafından, kilise içinde uygulanıyor olsa da şövalyelik anlayışı, soylular ve kilise dışındaki kişiler arasında da kendine özgü bir gelişme gösterdi. Bunun göstergesi soylular arasında gelişen av merakı, bedensel üstünlük gösterileri ve bir çeşit şövalyeler arası kuvvet sınaması olan turnuvaların yaygınlık kazanmasıydı. Bu arada kahramanlık türküleri, edebiyatı, romanslar, ozanların şiirleri, kahramanca çarpışmaların, gönül serüvenlerinin birbirine karıştığı şövalye kültürünün gelişimini ortaya koyuyordu.  Thema Larousse
Okuma Parçası 2
 Köylü Ayaklanmaları
Köylünün bu ağır darbeler karşısında sesini yükseltmesiyle toplumsal çalkantı su yüzüne çıktı. Aslında köylüler daha başından beri bu durumlarından acı acı yakınıyorlardı. Yazılı kaynakların bu konudaki suskunluğuna rağmen bazı bilgi kırıntılarından anlaşıldığı kadarıyla 13. yüzyılda Normandiya köylüleri “Biz de onlar gibi insanız” diye sızlanırken, 14. yüzyılda İngiliz köylüleri “Adem toprağı beller, Havva yün eğirirken beyefendiler neredeydi?” diye hesap sormaya başladılar. Yeterince belge olmadığı için hoşnutsuzluğun nasıl şiddet eylemlerine dönüştüğü tam olarak bilinmiyor. Ama vergi toplayan senyörlük mübaşirleriyle çatışma, angaryaya karşı pasif direniş veya işi sabote etme, ot ambarlarını ateşe verme, senyörün özel ormanında kaçak avlanma herhalde sık sık yaşanan olaylardı. Zaman zaman bazı bölgelerde, özellikle Ortaçağ'ın sonlarındaki uzun savaş yıllarında gerçek bir çapulculuk ve eşkıyalık dalgası ortalığı kasıp kavurdu. 14. ve 15. yüzyıl Fransa'sında senyörlerin otlaklara el koyması dışında iki büyük hoşnutsuzluk nedeni daha doğmuştu. Savaşlar nedeniyle günden güne ağırlaşan vergiler ve soyluların askeri başarısızlıkları. Böylece her yenilgi de yeni bir vergi istendi, her vergide geçim sıkıntısı biraz daha arttı. Sonunda ilk isyan patlak verdi. Ama başladığı gibi de hızla bastırıldı. 1323'te ayaklanan Flandre’lılar bir çok kenti ele geçirdikleri halde sonunda kralın ordularına yenildiler. Aynı şekilde Fransa Kralı II. Jean’ın İngilizlere esir düşmesini fırsat bilen köylülerin ayaklanması da dehşete kapılan soyluların birleşmesiyle 15 gün içinde bastırıldı… Thema Larousse


Feodal uygulamalar ilk ne zamandan itibaren görülmeye başlandı? 

Feodalizm hangi tarihsel koşulların zorunlu bir sonucudur? 
Feodal uygulamaların ilk örneklerini Frank İmparatorluğunun ilk devirlerine kadar uzatıyor tarihçiler (8. yüzyıl) Yine kısa bir hatırlama yapalım Kavimler Göçü sonucu Roma İmparatorluğu yıkılmış yerine “barbar” krallıklar kurulmuştu. İşte Germenlerden olan Franklar, bugünkü Fransa topraklarında kurulmuş olan bir “barbar” krallıktı.

Bir çok tarihçi bu ilk uygulamaların kökenlerini Germen adetlerine kadar indirirler ve Roma- Germen geleneklerinin birleşmesi sonucu ortaya çıktığını düşünürler. Bildiğiniz gibi Germenler, Kavimler Göçüne katılan bir çok kavmin ortak adı (Alamanlar, Franklar, Angıllar, Saksonlar vb.)

Bu kavimler savaşçı ve göçebe topluluklardı ve daha önce de sürekli sözünü ettiğimiz gibi göçebe/savaşçı toplumlar kendilerine özgü bir tür “askeri demokrasi” (?) uygularlardı. Frankların ilk dönemlerinde hükümdar ya da büyük toprak sahiplerinin çevrelerindeki en yakın adamlarına ömür boyu tasarruf hakkı sağlanacak bir şekilde toprak bağışında bulunduklarını görüyoruz. Frankların önlerindeki soru şuydu: Ele geçirilen bu toprakları nasıl yöneteceğiz? Elbette onlar için bu sorunun cevabı çok açık, hatta bu soru akıllarına gelip tartışmamışlardır bile. Eski Germen ve bazı Roma uygulamaları (Roma-Germen sentezi) onların önünde duruyor, zaten içlerinde yaşıyordu  yani başka türlü düşünmeleri o ilk anlarda mümkün değil, onlar bildiklerini, gelenekleri neyi gerektiriyorsa onu yaptılar.  Böylelikle topraklar, kralın çevresindeki önemli adamlara ve yerli hanedandan birleşilmesi gerekenlere dağıtarak bir tür yönetim birliği sağlamaya çalıştılar.

Aynı tip uygulamaların Osman Bey zamanında da olduğunu hatırlatırız. Osman Bey de Marmara bölgesinde ele geçirilen arazileri adamalarına – ki kimisi Rum’du, burada kimlik değil bağlılık önemli - dağıtmıştı.

Ama bu bağışların vasallık ilişkisi ile birleşmesi 8. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşti yani sözünü ettiğimiz ilk uygulamalar zaman içinde değişime uğramaya başladı. Önceleri bağışlanan toprak mülkiyeti bütünüyle bağışlanan kişiye devredilirken zamanla bu değişti, kral mülkiyetini kendine saklayarak geniş bir kullanım ve tasarruf hakkıyla toprak bağışlamaya başladı, öteki toprak sahipleri de çok geçmeden bu uygulamayı benimsemeye başladılar.
Soru: Kralın tavrındaki değişikliğe dikkat ediniz, nedenleri neler olabilir?

Karolenj Hanedanı (750- 887) Frank krallığını yöneten yeni bir hanedandı. Bunların zamanında topraklar çok genişlemişti, kral bu kadar geniş bölgeyi denetim altında tutabilmek için güçlü uyruklarını vasal biçiminde kendisine bağladı. Kamu görevleri krala bağlı vasallara fief biçiminde verilmeye başlandı. Yerel soylu gruplar da benzeri bir biçimde kontratlarla bağlandı.
Feodal ilişkiler kısa sürede kilise topraklarının örgütlenmesine kadar yayıldı. Eskiden kilise toprakları tamamen piskoposların denetimi altındaydı. Ama köylerde toprak sahibi olan beyler de kiliseler kurmaya başladılar. Böylece çoğu zaman toprak sahibinin kilisesi ile piskopos ve papazların kilisesi bir arada bulunmaya başlayınca iki kilise türü ortaya çıktı. Zamanla toprak sahibi beylerin kurduğu kiliselere de bizzat toprak sahibinin papaz atamalarına izin verildi. Aynı uygulamayı piskoposlar da yapmaya başladı. Yani gerek senyörler, gerekse piskoposlar diğer feodal uygulamalarda olduğu gibi kilise topraklarını, başkalarına kiralanabilir bir mülk olarak görmeye başladılar. Senyörler atadıkları papazlara tıpkı diğer vasallarına yaptıkları gibi bağlılık yemini ettiriyor ve ruhani görevlerini yerine getirmesini, genellikle belirli bir kira ödemesini hatta askeri görevlerini bile yerine getirmesini bekliyorlardı. Senyörün atadığı her papaz kilisenin tasarrufunu ömür boyu elinde tutuyordu, demek ki burada papaz senyörün vasalıdır.

“Bağımsız” Fief dağıtan Piskoposlar da kendi kilise topraklarında aynı uygulamayı yapmaya başladılar onlar da kilise topraklarını belli hizmetler karşılığı dağıttılar ve kendilerine bağlı vasallar oluşturdular. Hatta bu piskopos ve papazlar zaman zaman, vasalların oluşturduğu silahlı birliklerin de başına geçebiliyorlardı.

Feodalizmin Evrimi ve Avrupa’ya yayılışı
Avrupa’da feodalizm Frank fetihleri ile birlikte önce İtalya’nın kuzeyine, sonra İspanya ve Almanya’ya, ardından da Slav topraklarına yayıldı. Normanlar, Feodal ilişkileri 11. yüzyılda İngiltere’ye ve Sicilya’ya taşıdılar. Daha sonra İngiltere yoluyla İskoçya ve İrlanda’ya ulaştı. Ayrıca Haçlılar ele geçirdikleri Ortadoğu topraklarını da yine feodal kurumlar çerçevesinde örgütlediler.

9. yüzyıldan itibaren feodalizmde önemli bir değişiklik meydana geldi. Fiefler üzerindeki tasarruf yetkisi kalıtsal bir hale geldi. Yani bir kişiye ömür boyu olarak bırakılan o fieften yararlanma hakkından artık kendi çocukları, hatta torunları da -soyu- aynı şekilde yararlanacaktı. Başlangıçta kralın geniş topraklara egemen olmak için, kamu görevlerini yürütmek için bulunan bir uygulama ve yöntem iken giderek fief sahiplerinin güç kazandığı krallık otoritesinin zayıfladığı, aristokrasinin yerel hanedanların güçlendiği bir siyasi ve sosyo/ekonomik yapı haline geldi feodalizm.
Soru: -Bu önemli bir değişimdir, ne gibi sonuçlara yol açmış olabileceğini akıl yürüterek tahmin etmeye çalışınız?
-Neden krallar bu gidişata izin verdi, neden engellemediler?  

Bütün Ortaçağ toplumlarında, ülkeyi başka türlü yönetmek, nesnel koşullar nedeniyle imkansızdı. Dikkatinizi çekeriz, bütün Ortaçağ toplumları dedik, çünkü bu uygulamalar aşağı yukarı bir çok ortaçağ toplumunda görülen uygulamalardır –aslında bu da başka bir tartışma konusudur. Örneğin Osmanlı Devleti’nin feodal olup olmadığı konusu tartışılır-. Ama bizim konumuz Avrupa olduğu için burada sadece Avrupa’nın nesnel koşullarını kısaca aktarmaya çalışacağız. Ortaçağ'da devletin en önemli kaynağı tarım ve hayvancılıktır, ekonomi tarıma dayalı bir şekilde yürür. Devletin ülkeyi yönetmek için gelire ihtiyacı olduğunu biliyoruz, işte temel üretici sınıfı bağımlı konumda tutup vergilendirmek, vergilendirmenin yollarını bulmak, en önemli sorun. Bulunan yol feodalizmdir…

Yollar, iletişim, teknoloji gelişmemiş, her yeri denetim altında tutmak, köylüyü çalıştırmak, artı ürün ve emeğine el koymak için bizzat köylünün bulunduğu topraklarda birebir bir denetim sağlamak gerekiyor. Neden tarıma bağımlılar?* Belki de en önemli nedenini, İslam devletlerinin ortaya çıkması ile Akdeniz ticaret yolunun, bir kısım Avrupa ülkelerine kapanmış, bu ülkelerin dünya ticareti ile olan ilişkilerini göreceli bir şekilde kesilmiş olmasında aramak gerekir. Ticaretin yeteri miktarda olmaması demek para darlığı demektir. İşte o zaman devlet gelirini, vergisini, tarım ekonomisi üzerinden “ayni vergi” yöntemiyle yukarıda anlattığımız şekilde karşılamaya çalışıyor. Bkz.  “Devlet” konusu.

Kısacası; Bu düzen iletişim güçlülüğünün yerel önderlerin yetkisini pekiştirdiği, para dolaşımın cılızlığı nedeniyle hizmet karşılığının ancak taşınmaz ya da taşınır malla ödenebildiği, pazara dönük üretimin kural dışı olduğu, kırsal ve kapalı ekonominin koşullarına uygun düşüyordu. Sonuçta bütün bu gelişmelerin sonucu şöyle bir siyasal tablo ortaya çıkar: Siyasal çözülme önce tepede yönetme gücünün en büyük ortakları olan dükler ve markiler arasında başladı. Bunlar kendilerine bağışlanmış olan taşınmaz malları kendi ayrılmaz mülkleri saymaya başladılar. Böylece makama dayalı hanedanlar ortaya çıktı. Yerel savunmadan sorumlu olanlar da yerel soyluları kendilerine bağladılar. Kontlar giderek düklerden uzaklaştı, ardından kontluklar da küçük birimlere bölündü, büyük kalelerin beyleri de çevre ülkelerin halkı üzerinde egemenlik yetkisine el koyarak kendi hanedanlarını kurdular.

Kısacası Feodal devlette, devlet birliği yoktur, kural olarak kral en büyük senyördür ama halk doğrudan doğruya devletin değil toprakların sahibi olan senyörün uyruğundadır, yönetimindedir, tasarrufundadır.

Feodalizm piramide benzer, en tepede en büyük senyör olan kral bulunur. Onun altında dükler, markiler, kontlar, vikontlar, baronlar yer alır, bunlar hiyerarşik düzene göre senyörlere verilmiş olan unvanlardır, ama hiyerarşik sıralama zaman içinde bir ölçüde değişmiştir. Bazı durumlarda daha alt sıradan soylular için kullanılmakla birlikte prenslik mutlak ya da mutlaka yakın egemenlik sahibi kişilere yada kraliyet ailesinin üyelerine özgü bir unvandı. Bu unvanlar kalıtsaldı ve aristokrasi (soylular) sınıfı bunlardan oluşurdu.

Burada anlatılanlardan her senyörün bir vasalı olduğu sonucu çıkarılmasın her senyörün ve her vasalın birden çok senyörü ve vasalı olabilirdi. Her vasal kendi fiefinin bir kısmını başka birisine fief olarak verip kendi vasalını yaratabilirdi. Her vasal sadece kendi senyörüne/senyörlerine bağlıydı ona karşı yükümlüklerini yerine getirirdi. Her senyör de sadece kendi vasalından/vasallarından yükümlüklerini yerine getirmesini beklerdi.
Soru: Feodalizmi anlatan çok ünlü bir söz vardır “Adamımın adamı benim adamım değildir” bunun üzerinde düşünüz.

Öte yandan fieflerin kalıtlaşması ve topraklarını genişletmek isteyen vasalların çabaları zamanla bir vasalın birden çok senyöre bağlılık yemini etmesine yol açtı. Bunun üzerine bağlılık yeminlerinden birinin diğerlerinden üstün sayılması yoluna gidildi ki buna “Koşulsuz Yemin” deniyordu. Ama bu da işe yaramadı çünkü bir çok vasal birden çok senyöre koşulsuz yemin ediyordu. Ama kral her uyruğun koşulsuz senyörüydü bu durum hiç değişmemiştir.


Feodalizmde Kentler ve Sınıflar
“Feodal dönemde sosyal sınıflar; dövüşen soylular, dua eden rahipler ve çalışan köylüler ve serfler ile kentli/tüccar burjuvalardır. Soylular ve rahipler ayrıcalıklı sınıfı oluşturuyorlardı.

Savaş tekniğindeki gelişmeler yukarıdaki sınıfsal bölünmenin daha da kesin sınırlarla ayrılmasına yol açmıştır. Askerlik, at ve savaş aracı sahibi şövalyelerin ayrıcalığıydı. Savaşta işe yaramayan silahsız köylülerin görevi ise onları koruyan zenginleri şövalyeleri beslemekti. Sınıflar arası geçiş (dikey hareketlilik) kast sisteminde olduğu gibi tamamen kapalı olamamakla beraber, zordu.

Feodalizm öncelikle kırsal bir temele dayanmakla beraber kentler de feodal toplumun ayrılmaz bir parçasıdır. Feodalizmden önce kentler soylu toprak sahiplerinin denetimindeydi ve kent örgütlenmesi tarıma dayalıydı. Aslında pazara dönük üretim de yapılmaktaydı (pazar için üretim; bkz. Kapitalizm) ama kentlerin özerk bir yapıya kavuşması feodalizmle beraber olmuştur. Feodal toplumda kırlar ile kentler iki ayrı yapı gibidir. Kırlara egemen soylu toprak sahipleri, kentlere egemen, “lonca” sistemi içinde örgütlenmiş olan zanaatçılar, tüccarlar. Kırlar; kentlerden gelecek zanaat ve imalat ürünlerine muhtaç, şehirlerse; kırlardan gelecek tarım ürünlerine… Birbirinden ayrı, karşıtlık içinde ama birbirine ihtiyacı olan iki ayrılmaz parça. Kentler feodalizmin bağrında bu özerk gelişmesini sürdürür. Hikayenin geri kalan kısmını hepimiz biliyoruz; Gün gelir kentler kırlara, burjuvalar da soylu toprak sahiplerine üstün gelir ve Feodal dönem biter yeni bir dönem başlar..
Okuma Parçası 3
Kilisenin görüşü
Kilisenin öne sürdüğü üç tabaka kuramı büyük kabul gördü ve her bireye bu dünyadaki yerinin ve işlevinin ne olduğunu öğretti; Ruhban sınıfının görevi; yaşayanlar ve ölüler için dua etmek ve bu yolda kişileri kutsamaktı. Savaşçıların görevi; savaşmaktı ama sadece adaletin ve inancın hizmetinde savaşmaktı. Köylülerin görevi ise toplumun yararına kaynak üretmekti. Thema Larousse

Feodal geleneklerden seçmeler
*Yargı, yaptırım ve yönetim egemenlerin elindeydi.
*Vasal, senyörün önünde törensel kuralları yerine getirerek bağlılık yemini ederdi.
*Senyör, vasalın kızlarının ya da dul bıraktığı eşlerinin kimlerle evlenebileceği konusunda söz sahibiydi. Ama dullar kendi rızaları dışında evlendirilemezdi.

Okuma Parçası 4
Feodal Şato
Başlangıçta, şatoların çoğu bir kaya, tepe veya küçük bir ırmak kıyısından yaralanarak kurulmuş basit ahşap yapılardı. Kazıklarla toprak setin üzerinde duvar oluşturulur ve senyörün şatosu yapay bir tepecik üzerinde yükselirdi. 13. yüzyıldan itibaren ise varlıklı senyörler şatolarını taş kullanarak yeniden yaptırdı, böylece ünlü Ortaçağ çağ şatolarının bildik görünümü ortaya çıktı. Thema Larousse
Okuma Parçası 5
Şövalye Ortaçağ soylusunun atlı savaşçılığa kabul edilmesiyle aldığı ad. Fransızca at anlamına gelen “Cheval” sözcüğünden türetilen şövalye (Fransızca; Chevalier), sözcük anlamında atlı (süvari) demektir. Eski Isparta ve Roma’da da seçkin savaşçılar sınıfına verilen bu ad, Ortaçağ Hristiyanlığında feodal beylerin halka karşı eziyetlerine karşı koyan, soylu olmasına rağmen halkı koruyan ve gözeten, yoksullara yardım eden, karşılık beklemeyen, aşkları uğruna bin bir kahramanlıklar yapan kişileri adlandırır. Şövalyeler çoğunlukla kralların ve senyörlerin hizmetindedir, buna rağmen halkın ezilmesine göz yummazlar ve gerektiğinde efendilerine de başkaldırırlar. Hıristiyanlık Avrupa'sı çeşitli şövalye efsane ve destanları oluşturmuştur. Örneğin Roland Destanı bunların en ünlülerinden biridir. Orhan Hançerlioğlu; Dünya İnançları Sözlüğü

Merkezi Feodal krallıkların ortaya çıkışı
12. yüzyıldan itibaren ekonomik gelişme hızlandı, iletişim kolaylaştı, para dolaşımı giderek yerleşti ve bütün bunlar egemenliğin parçalanmasına ortam hazırlayan koşuları giderek ortadan kaldırdı. Krallar; hem bu ortamdan, hem de Haçlı Seferleri’nin siyasi ve ekonomik sonuçlarından, çok iyi yararlanmasını bildiler. Kendilerine ücretli memurlar tuttular, paralı askerlerden oluşan ordular yarattılar. Bu güç krallara bütün bölgesel güçleri vasal konumunda kendisine bağlamasını sağladı. Soyluların mali güçsüzlüklerinden yaralanarak çok sayıda şövalyenin bağlılığını satın aldılar. Feodal yükümlülüklerin yerine getirilmemesini neden gösterip çok sayıda fiefe el koydular. Kilse de senyörlere bağımlı olmaktan kurtuldu. Artık merkezi feodal krallıklar söz konusuydu.

Feodalizmin Çözülüşü
Feodalizm 13. yüzyıldan itibaren toplumsal ve siyasal gücünü yitirmeye başladı. Bir yanda merkezi krallıklar güçlenmiş diğer yanda da kentler o zamana kadar görülmemiş derecede zenginleşmişti. Bu zenginlik güçlü bir burjuva sınıfı yarattı ve feodalizmin yerini kapitalizmin almasının şartları işte böyle ortaya çıktı. Yalnız “Feodal Haklar” ve bu haklara sahip olan sınıflar,   toplumdaki bu çözülmeye rağmen uzun müddet varlığını devam ettirdi. Ancak Yeniçağ'da (17. ve 18. yüzyıl) gerçekleştirilecek olan toplumsal devrimler ile feodal haklar ve bu haklara sahip olan ayrıcalıklı soylular sınıfı ortadan kalkmıştır.


Okuma Parçası 6
Gelişen Ticaret ve Tüccarlar
Ortaçağ'ın ilk yarısında ekonomik olarak geri durumda olan Avrupa’da uluslararası ticaret adına tek etkinlik Suriyeli, Yunanlı ve Yahudi tüccarlar aracılığıyla Doğu’dan lüks malların getirilmesiydi. Çağın ikinci yarısında ise 1161’de kurulan ve 13. yüzyıl sonlarında örgütlenen ticaret birliği “Hansa” sayesinde kuzeyde, İtalyanlar sayesinde güneyde, ticaret trafiği canlandı. Kıta'nın kuzeyinde deniz ticaretinin can damarı Baltık Denizi’ydi. Güneyde ise İtalyanlar büyük ticaret filoları kurarak Akdeniz’i yavaş yavaş ele geçirdiler. Bizans ile yakın ticaret ilişkileri olan Venedik ve Amalfili daha sonra Pisa ve Cenevizli tacirler büyük ticaret imparatorlukları kurdular, köy ve kentlerdeki küçük üreticilere, hatta krallara ve papalara borç verecek duruma geldiler. Kilise faizi günah listesine aldığında büyük tüccarların defterlerinde ruhban sınıfın ihtiyaçlarını karşılamak üzere “sayın yüce tanrı adına” bir kaç hesap kaydı çoktan açılmıştı. İtalyanlar, yalnız denizcilikte değil, poliçe, kredi, muhasebe, ve ticaret ortaklıkları konusunda da öbür ülkelerden çok ileriydiler. Nüfuzları olağanüstü artan tüccarlar kendilerini seçkinler sınıfına kolayca kabul ettirdiler. Hatta soyluluk unvanları almaya ve siyasi iktidara aday olmaya başladılar. 1250-1280 arasında en parlak dönemini yaşayan deniz ticareti daha sonraki yıllarda Türklerin giderek yoğunlaşan baskıları ve Mağripli korsanların yeniden ortaya çıkmasıyla güç duruma düştü. 1340’larda kredi verdikleri kralların borçlarını ödeyemeyecek duruma gelmesi üzerine bir çok İtalyan şirketi iflas etti. Bir yandan da savaşlar ve veba salgınlarıyla ağır darbeler yiyen ticaret yeni arayışlara ve çözümlere yöneldi; şahıs şirketlerinin yerini bir ana şirkete bağlı olan ama ayrı ayrı yönetilen şirketler grubu aldı. Böylece şirketlerden biri iflas etse bile diğer şirketler ayakta kalabiliyordu. 13. yüzyıl sonlarında Ceneviz kadırgaları, Akdeniz ile Kuzey Denizi arasında doğrudan bağlantı kurdular. 15. yüzyılda ise Atlas Okyanusu kıyılarındaki limanlar canlandı. Böylece Katolonya ve Portekiz’den Manş Denizi’ne ulaşan deniz trafiğiyle altın baharat peşindeki denizcilerin büyük keşiflerine giden yol açılmış oluyordu. Thema Larousse

Notlar
* Esas olarak demek lazım yoksa ticaret de var, şehirler de.. Ama sözü geçen dönemde -yani fieflerin, beylerin kalıcı mülkü, mirası haline geldiği dönemde- ekonomiyi etkileyecek kadar başat bir unsur değildi. Geç döneme doğru başat hale gelmeye başlayacak, o zaman da Feodalizm çözülecek zaten.
NOT: Umberto Eco'nun şu yazısına da bkz.  Ortaçağ Ne Değildir?

Kaynak göstermeden kullanılamaz

2 yorum:

Doğkan Aygün dedi ki...

Hocam blogda Mail adresinizi göremedim , soruları aktif olarak yanıtlıyor musunuz emin olamadım.İzniniz olursa kısa bir sorum olacaktı bu konu ile ilgili

Doğkan Aygün dedi ki...

1)Fransada mutlak monarşi kurulmadan önce Fransız kralları ile feodal beyler arasında bir mücadele olmuş mudur ?yani bu aktörler birbirlerine rakip miydi?
Bu soruyu bana sorduran düşünce ise şudur ; Fransa’da krallar feodal dönemde senyörlerin senyörü olarak soylu sınıfına dahil olması ve eşitler arasında birinci konumda değerlendirilmeleri nedeniyle kral’ın da bir feodal bey olduğu kitaplarda geçmektedir. Bu sebeple gerek kral gerekse de diğer feodal beyler(dün,kont,marki,v.b) soylu sınıfına mensup olan kişilerdir. Bu noktaya dayanarak gerek kralın gerekse de feodal beylerin aynı sınıfta olmaları(soylu sınıfı) birbirlerine karşı mücadeleye girişmelerine mani olmuş mudur ?Aynı sınıfa dahil olanlarda birbirlerini rakip konumda değerlendirmişler midir ?

2)son olarakta izniniz olursa kafamda kavram birliğini oluşturmak adına şunu sormak istiyorum ;Bazı kaynaklar her zaman aynı kelimeyi kullanmadığı için biraz kafam karışıyor doğrusu. Ben genelde feodal beyler kelimesini kullanıyorum bu sebeple feodal senyör kelimesi yerine feodal bey kelimesini kullansam doğru olur mu ?kısacası feodal bey ile feodal senyör kelimeleri eş anlamlı diyebilir miyiz.Aynı şekilde feodal soyluluk kelimesini de feodal beyler ile aynı manaya geldiğini eş anlamlı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kısacası feodal bey=feodal senyör = feodal soyluluk diyebilir miyiz?

Bu konuda amatör okumalar yapan birisi olarak sorumu değerlendirirseniz çok memnun olurum değerli vaktinizi ayırdığınız için şimdiden teşekkür ederim

Saygılarımla