30 Temmuz 2018

Cumhuriyet Döneminde Milli Kimlik Meselesi

Dilara Kahyaoğlu
1998

Yeni harflerin tanıtımı amacıyla yapılan gösterilerden bir sahne
Osmanlıca aynı harflerle yazılan Gül, Gel ve Kel kelimelerinin, yeni harflerle nasıl farklı yazıldığı gösterilmiş.

1. İlk dönemlerde Türk kimliği meselesi

Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkçülük yani milli kimlik meselesi pek gündeme gelmez. O anda asıl mesele olan “kurtuluşa” kilitlenmiştir savaşın önderleri. Hatta Türkçülükten daha çok Müslümanlık ön plana çıkarılır. Yunanlılar özelinde Hristiyan alemine karşı yapılan bir savaşa karşı seferber edilmiş gibidir Anadolu halkı. Lozan görüşmeleri ve sonunda imzalanan Lozan Antlaşması bu açıdan ilginç bir yaklaşım örneği olarak araştırmaya değer sonuçlar içermektedir.


Buna göre Balkanlardaki Müslümanlar Türk, Arnavut vb. olduğuna bakılmaksızın eğer Müslümansa göçmen olarak Anadolu’ya kabul edilir (aynı bakış açısının karşı tarafta da olduğunu görmek lazım. Çünkü Yunanlılar’da kendi içlerindeki Müslüman nüfusu azaltmaya çalışmaktadır). Ama en ilginç olanı “Karamanlılar” denilen grubun Yunanistan’a gönderilmesi sırasında yaşanır. Türkçe konuşan Türk olduklarını söyleyen ama Hristiyan olan bu grup Yunanistan’a gönderilir. Dolayısıyla bu durum, haklı olarak; o sıralarda esas önemli olanın Türklük değil de, Müslümanlık olduğu izlenimini uyandırmaktadır.

Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda “milli kimlik” in inşası gündeme gelir. Artık “Türk Devleti” kurulmuştur, şimdi sıra “Türk Milletini” yaratmaktadır. Cumhuriyetin önderlerinin milli kimlik siyasetini gündeme getirirlerken hangi milliyetçilik anlayışından etkilendiklerine dair özellikle tarihçiler ve siyasetçiler arasında dönen tartışmalar vardır, kimine göre Fransız, kimine göre Alman milliyetçiliğini benimsemişlerdir. Kimisi ise ikisinin sentezi olduğunu düşünür Türk milliyetçililiğin. İşin ilginç yanı her görüşün kendi söylediğini haklı çıkaracak verilerle doludur tarihimiz.

Tartışmaların içinde fazla boğulmadan ana konuya dönüp; “milli kimlik inşası” için neler yapıldığını kısaca görelim.

Yukarıda da sık sık belirttiğimiz gibi milli kimlik tanımlanırken (“kimiz, hangi millete aitiz?” sorusu cevaplanırken ) dil çok önemlidir. İnsanları bir araya getiren, kendilerini o çerçevede tanımlamalarına, kodlamalarına yol açan en önemli ortak payda dildir sonuçta. Bu yüzden Türkçe üzerine yoğunlaşılır. Osmanlı Döneminde Arapça ve Farsça’nın etkisi altına girererek milli benliğini kaybettiği söylenen Türkçe, adeta yeniden yaratılmaya, diğer bir söyleyişle Türkçe millileştirilmeye çalışılır.

Bu yüzden “Türk Dil Kurumu” (1932) kurulur, amaç; Türkçeyi bu yabancı kelimelerden temizlemek yeni Türkçe kelimeler yaratmak ve her türlü edebi ve resmi faaliyetin bu dille yapılmasını sağlamaktır.

Yani hem Türkçe adeta yeniden yaratılacak, hemde yukarıdan aşağıya yapılan çalışmalarla bu yeni Türkçe halka mal edilecektir.

Bu alandaki en önemli adım şüphesiz ki yeni Türk harflerinin kabulüdür (1928). Osmanlı Döneminde kullanılan Arap harfleri yerine çağdaşlaşmanın bir sembolü olarak görülen Latin alfabesi bazı ufak değişiklilerle Türkçe'ye uygun hale getirilir ve tüm ülkede okuma yazma seferberliği başlatılarak yeni harflerin hızla -gerçekten hızlıdır- öğretilmesine çalışılır. Tüm resmi yazılar, gazeteler, kitaplar yeni harflerle yazılır ve basılır.

Böylesi hızlı bir dönüşüm,  bazı kişilerin ciddi eleştirisine uğramıştır. Yüzlerce yıllık birikime sahip Osmanlı kaynaklarından yeni neslin bir anda koptuğu ve onlardan hiç yararlanamadığı için de, geçmiş kültüründen de bir anda koparıldığı iddia edilmiştir. Harf devriminin bu kadar hızla gerçekleştirilmesinden yana olanların savunması ise; o zamanki koşulların beklemeye tahammülü olmadığı, o şekilde yapılmaması halinde daha önemli problemlerin çıkabileceği (en önemlisi direnişin artması) yolundadır.

Aynı anda başlayan diğer çalışma tarih ve tarihçilik alanında olur. Bu amaçla da “Türk Tarih Kurumu”(1931) kurulur. Osmanlı’nın son dönemine kadar sadece (son döneme denk düşen bazı istisnai eserler ve çalışmalar hariç) Müslümanların Tarihi ve Osmanlı aile tarihi ve o bağlamda siyasi ve sosyal alanlarda tarihçilik yapıldığından ve bu çerçevede eserler verilmiş olduğundan, Türk tarihine ilişkin ciddi araştırmalar yapılamamıştır. Türk halkı kendi tarihini bilmemektedir.

Yüzlerce yıldır Anadolu’da yaşayan Türkler; ne Anadolu’nun Selçuklulardan önceki eski tarihini, ne de kendilerinin Orta Asya ile olan bağlantılarını bilmekte veya hayal gibi hatırlanan bu dönemi es geçmektedirler.

Bunun esas nedenini bir kere daha hatırlayalım; Osmanlı bir imparatorluktu, ve orada din ve mezheplerine göre adeta kompartımanlara bölünmüş gruplar vardı. İnsanlar kendilerini tanımlarlarken öncelikle hangi din ve mezhebe aitlerse onu söylüyorlar ve kendilerini öncelikle bir dinsel gruba, sonrada belki bir aşirete veya bir bölgeye ait hissediyorlardı, dolayısıyla, bizim anladığımız anlamda milli kimlik anlayışının ortaya çıkmasına olanak yoktu, içinde yaşadıkları tarihsel koşullar nedeniyle bunu düşünmeleri mümkün değildi.

Ama işte 1923 Türkiye'si, hem dünyada hemde Anadolu’da tam da bu tarihsel koşulların oluştuğu, milli kimliklerin ortaya çıktığı bir çağdı ve devlet kurmaya çalışan hiçbir topluluk artık bu sürecin dışında kalamazdı.

Yeni bir kimlik yaratmayı, “Türk Ulusu” yaratmayı en önemli hedef olarak önlerine koymuş olan cumhuriyetin lider kadrosu ortak bir dil dışında insanları bir araya getirecek ve gurur duyulacak bir geçmiş yaratmalıydı. Bu öyle bir geçmiş olmalıydı ki herkes kendini o geçmişe ait hissetsin, geçmişinden onur duysun, Batı ulusları karşısındaki ezilmişliğinden, geçmişine dayanarak kurtulsun, yücelsin.

Yeni bir devlet kuran, Batı karşısında varolmaya, yeniden ayakları üzerinde durmaya çalışan, hem ekonomik hem de kültürel açıdan güçlenmeye çalışan, Batı uygarlığını ulaşılması gereken bir hedef olarak seçen yeni Türk Devleti’nin amaçlarını bu çerçevede anlamaya çalışmak gerekir.

Devlet yaratılmıştır, şimdi o devleti destekleyecek, Batı ölçülerine göre yeniden inşa edilmiş, kimliğine sahip çıkacak uygar bir ulusa ihtiyaç vardır.

Araştırmalar yoğunlaşır, Anadolu’da arkeolojik çalışmalar başlar. Türk Tarihi ile ilgili araştırmalar yapılır, eserler yazılır. İşte şimdi sözünü edeceğimiz “Türk Tarih Tezi” olarak isimlendirilmiş olan tez, bütün bu araştırmaların, milli kimlik yaratma çabalarının doruk noktası olarak görülebilir. Bu teze göre; “Türkler, Orta Asya’dan tarihin belli bir döneminde kuraklık nedeniyle ayrılmışlar ve dünyanın dört bir tarafına yayılarak oralara diğerlerinden daha ileri olan uygarlıklarını götürmüşlerdir”. Yani Orta Asya ve eski Türkler Dünyadaki uygarlığın adeta kaynağı olarak görülür ve gösterilir. Fakat “tez” sadece bununla sınırlı kalmaz, bütün diller Türkçe ile bir tür bağlantı halindedir yani bugün dünyada var olan bir çok dil aslında bir zamanlar Türkçe'den ayrılmış, ondan türemiş ve zamanla da farklı coğrafi mekanlarda başkalaşmış dillerdir. Dolayısıyla Türkçe hepsinin atası olan bir dildir, işte bu teze de yaygın bir isimle “Güneş Dil Teorisi” denilir.

Demek ki o dönemde, bazı tarihçiler ve tez yaratıcıları eski uygarlıkların aslında Türk olduğunu iddia etmektedirler. Örneğin; Sümerler, Hititler, Etrüskler aslında Türktür. Mesele bu noktalara kayınca araştırmalarını bu yönde yürüten bir çok kişi ortaya çıkar ve yukarıda isimlerini saydığımız uygarlıkların dilleri ve gelenekleriyle Türkçe ve Türk gelenekleri arasında bağlantılar, benzerlikler bulma işine adarlar kendilerini.

Yukarıda kısaca anlatılmaya çalışılan tablo “çağdaşlaşma” adına yapılan devrimle beraber ele alınması gereken bir tablodur. Çağdaşlaşmadan kastedilen kesinlikle Batı uygarlığıdır. Bu amaçla, kıyafet devrimi yapılır ve dinsel çağrışımlara yol açacak kıyafetlerin ibadethaneler dışında giyilmesi yasaklanır. En önemli mücadele alanı “şapka” konusunda olur. O zamana kadar dinsel bir sembol olarak da görülen takke, serpuş gibi başlıkları kullanan halktan özellikle dini eğilimleri ağır basanlar ve dinsel bir yaşam tarzını gündelik yaşamı ile birleştirmiş olanlar gavur icadı gördükleri şapkayı kullanmak istemezler. Eski şapkalarını giymekte direnenler yargılanır. cezalandırılır.

Ezan Türkçe okunmaya başlanır, Tekke ve zaviyeler kapatılır, Tatil günü Cuma günündan Pazar gününe alınır, “Soyadı Kanunu” çıkar, bütün okullar yönetim ve uygulanacak program açısında merkeze yani yeni oluşturulan Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanır (Tevhidi Tedrisat Kanunu). Bütün okullarda sosyal bilimler derslerinin Türkçe yapılması şartı konulur. Hızla yeni okullar açılır. En ücra yerlere ulaşım sağlamak amacıyla Osmanlı’dan devralınan demiryolları geliştirilir. Kısacası Merkez yani devlet halka çağdaş bir Türk kimliği kazandırmak için uzak bölgelere, köylere ulaşmaya çalışmaktadır.
Sürekli belirttiğimiz gibi bir tarafta “Türk kimliği”, “Türkçe”, “”Türk Tarihi” ön plana çıkartılırken diğer taraftan da Batı tipi yeni bir insan kimliği yaratılmaya çalışılmakta, bu ikisi sürekli birlikte ele alınmaktadır.

Bu arada farkettiğiniz gibi din de günlük hayatın dışına çıkarılmaya çalışılmakta, dini inançlara ve ibadetlere insanın kendi içinde (kendi kendine) yaşayacağı bir süreç olarak bakılmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması ve din adamlarının devlet tarafından yetiştirilmesi, tüm camilerin Diyenet İşleri Başkanlığı tarafından yönetilmesi, orada görev yapacakların bu merkez tarafından atanması, “laiklik”in tam anlamıyla hayata geçirilemediği yolunda eleştirilere yol açmışsa da yapılan uygulamalar Osmanlı Devleti’nden temelden farklı bir anlayışla karşı karşıya olunduğunun işaretleridir. Bu tavır bazı kesimleri epey rahatsız etmiş ve bu rahatsızlık zaman zaman ana problem olarak günümüze kadar taşınmıştır.

Yine o dönemde, tam da söylediğimiz ana eksen de halkı eğitmek için “Halk Evleri” kurulur. Hatta daha ileride kurulacak olan “Köy Enstitüleri”nin bile çağdaş ve milli bir kimlik yaratma siyasetinin yaşama geçirilmesiyle ilişkisi vardır.


2. Türk- İslam sentezinin inşası
1950’lere kadar olan dönemde Türkiye ana eksen itibariyle yukarıda anlattığımız çerçeve içinde oluşturulmuş siyasetlerle yönetilir. 1946’da “Tek parti yönetimi” sona erer ve yeni bir parti kurulur ki bu parti 1950 yılında iktidara gelecektir. Yeni parti (Demokrat Parti) bazı uygulamaları yeniden değiştirir. Örneğin Ezan yeniden Arapça olarak okunmaya başlar, Türkçeleştirilmiş olan Anayasa yeniden eski Osmanlıca diline döner, okullarda din dersi okutulması kural haline gelir. O dersi okumak istemeyenlerin velisinden dilekçe getirmesi gerekmektedir.

Ama esas değişim 1980’lerden sonra yaşanacaktır. “Din kültürü ve ahlak eğitimi dersi”nin okullarda okutulması zorunlu hale getirilir. İlk ve orta okullarda Darwin’in okutulması yasaklanır, okullarda okutulacak olan müfredat programları ve ders kitapları bu yeni anlayışa göre yeniden düzenlenir ve yazılır. Tarikatlar yeniden canlandırılır.

Sonuç olarak bu uygulama ve yaklaşım II. Abülhamit’in “İslam”ı, toplumu güçlendirici ve birleştirici bir unsur olarak kullanma siyasetine benzer ve yaygın bir isimlendirişle bu anlayışa “Türk- İslam sentezi” adı verilmektedir.
***

Konuyla İlgili Diğer Metinlerin Linkleri Sıralama Aşağıdadır. 

1. Kimlik: Ben/Biz kimiz?

2.  Toplumsal Yapıların Tarihsel Serüveni

3. Milli Devletlerin Doğuşu ve Millet Nedir?

4. Bir Ulus Nasıl Yaratılır?

5. İnsanlar Ulusal Bir Kimliğe Sahip Değilken Kendilerini Nasıl Tanımlıyorlardı?

6. Kimlik Penceresinden Eski Türk Toplumlarına Genel Bir Bakış

7. Tanzimat Öncesi Osmanlı Devletinde Türk Kimliği Meselesi

8. Tanzimat Dönemi ve Sonrasında Türk Kimliği Meselsi: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük

9. Cumhuriyet Döneminde Milli Kimlik Meselesi

***
Ve bkz. 


1998 yılında bir bölümünü yazdığım "Genel Türk Tarihi Ders Notları"ndan.. Zamanında ders saati fazlalığıyla da dikkat çeken Genel Türk Tarihi böyle de yapılabilirdi.  Nitekim yapıldı.

Kaynak gösterilmeden, aktif link verilmeden kullanılamaz.

Hiç yorum yok: