2005
Dilara Kahyaoğlu
Yaklaşık üç sene
önce hazırlanmaya başlanan yeni öğretim programları -benim ilgilendiğim alan
olarak sosyal bilgiler programı- bu sene ilköğretimin birinci kademesinde uygulamaya
girerek nihayet ete ve kemiğe büründü, buzdağının dibi göründü. AB süreciyle
ilintili olarak çok hızlı başlayan çalışmalar nihai noktaya varmış gibi görünüyor. Piyasaya çıkan yeni ders ve öğrenci
çalışma kitapları ise gerçekte sınıfta işlerin nasıl yürüyeceğine ve yürütüleceğine
dair önemli ipuçlarını barındırıyor.
Kazanımlara gelince yani öğrencinin kazanması gereken beceri, bilgi ve değerlere baktığımızda ise şunlar dikkati çekiyor: 4. sınıf: “Ailesi ve çevresindeki milli kültürü yansıtan öğeleri fark eder.”; “Tarihte Türklerin yaygın olarak oynadığı oyunlardan günümüzde de devam edenlere örnek verir. ”; 5. sınıf: “Ülkemizin çeşitli yerlerindeki kültürel özelliklere örnekler verir.”; 6. sınıf: “Günümüz Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ilk Türk devletlerinin ordusu ile ilişkilendirerek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önemini ve görevlerini kavrar.”; “Orta Asya ilk Türk devletleri ve Türk-İslam devletlerinin Türk kültür, sanat ve estetik anlayışına katkılarına kanıtlar gösterir.” 7. sınıf: “Osmanlı toplumunda hoşgörü ve birlikte yaşama fikrinin önemine dayalı kanıtlar gösterir.”
Bu hedeflerden birkaç örnek… “Atatürk’le ilgili anılardan zevk alış”; “Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışında taklitçilikten kaçınmanın önemini kavrayabilme”; “Milliyetçilik ilkesini kavrayabilme”; “Devletçilik ilkesini kavrayabilme” vb.
Dilara Kahyaoğlu
Kaynak |
Onlarca yıldır,
benim bildiğim en azından 70’li yıllardan beri eğitim dünyasının içinden
kişiler, kurumlar, veliler ve çeşitli kitle örgütleri; programları, eğitim
sistemini, ders kitaplarını eleştirdiler, yazdılar, konuştular ve bunların
hepsi de milattan önceki döneme yani AB eksenli düşünülmeyen o döneme ait
girişimlerdi. Dolayısıyla burada bir parantez açıp şunu özellikle vurgulamak
gerektiğini düşünüyorum: Eğitimde yapılan reform hareketini sadece ve sadece
AB’cilerin isteği, etkisi ve girişimi olarak göstermek, bu düzeye indirgemek;
bu konuda yılardır uğraşan, didinen insanlara yapılan ciddi bir haksızlık ve ayıptır. Belki de burada
değişen tek şey hükumet politikasındaki yeni yönelimdir. Nihayet… Ama daha önceye değil, şimdiye yani milada ait bir
değişim bu. Bu ülke insanlarının onlarca
yıllık talep ve mücadelesinin bir miladın içinde, “dış eksenli”, “komplo
teorisi” çığlıkları arasında eriyip gitmesi
ne yazık…
Neydi istediğimiz değişiklikler?
Kısaca…
Birincisi içerikle ilgiliydi: Dünya
değişiyor, yeni kavramlar, yeni oluşum ve olgular meydana geliyor, çocuklarımız
bunlardan bihaber... Programlar bunu dikkate alsın, Cumhuriyet kurulduğundan beri
neredeyse her neslin aynı konuları okumasına son verilsin.
İkincisi programın kurgusuyla ilgiliydi:
Aynı konular, temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp üst sınıflarda yeniden okutulmasın.
Üçüncüsü derslerde uygulanan yöntemlerle ilgiliydi:
Dersler; anlatma, dinleme ve anlatılanları, kitapta yazılanları; yazılı
kağıtlarına yeniden yazarak, konuyu ezbere bildiklerini gösterdikleri, beyni
dumura uğratan, aptal kutusuna döndüren yöntemlerle yapılmasın. Öğrencilere
bilimsel yöntem öğretilsin dolayısıyla beceri kazandırılsın. Eleştirel yaklaşmanın
ve araştırma yapmanın yollarını bilen, yaratıcılığı köreltilmemiş, problem
çözen öğrencilerin yetişebileceği yöntem ve tekniklere dayalı bir süreç işlesin,
sınıfın atmosferi değişsin.
Son olarak -ki aslında içeriği,
programların yapısını ve yöntemleri biçimlendiren damardır bu- 12 Eylül konseptine son verilsin.
Gelinen son
noktada durum nedir?
En büyük
değişiklik yöntemlerde gibi gözüküyor. Ama gerçekte öyle mi? Ders kitapları
programların aynasıdır, orada ne varsa durum odur, daha fazlası değil. Sınıfiçi
bütün çalışmaları yönlendirecek tek araçtır ders kitapları, öğretmen onu bilir
onu kullanır, hepsi budur. Oluşturmacı yaklaşıma göre hazırlandığı söylenen
programların ders kitaplarına yansımış biçimine bakarak; “Bunun oluşturmacılıkla ne ilgisi var
dedirtecek?” derecede eski didaktik anlayışın sürdüğünü, kitapların beceri
geliştirmekten çok, değer ve tutum geliştirmeye ağırlık verdiğini ve sonuç olarak davranışçı
ekole daha yakın durduğunu söylemek mümkün maalesef. Bu haliyle öğrencinin
özellikle sosyal bilgiler alanında yukarıda söz konusu edilen becerileri
kazanabileceği, geliştirebileceği olası değil -bu ayrı bir yazı konusu olacak
kadar geniş kapsamlı bir sorun- ama bu
arada yöntemle doğrudan bağlantısı olan şu
“marka” hastalığına kısaca değinmeden
geçmek istemiyorum. Her alanda trend neyse
onun peşindeyiz. Batı’da özellikle eğitim dünyasında yeni trend “oluşturmacı
yaklaşım” -constructivist- veya “yansıtıcı düşünme” -reflective thinking- ya, hemen
o isimlerin peşine düşüyoruz. Ama programların
kurgusuna, açıklamalara, özellikle de ders kitaplarına ve etkinliklere bakınca bazı
isimlerin marka gibi ortalıkta
dolaştığını ama özlerinin, kendilerinin orada olmadığını söylemek mümkün. Program
ve ders kitaplarındaki içeriğin, sundukları paradigmanın; ismi geçen yaklaşımların
özüne uygun olduğunu, davranışçı
ekolün dışında kaldığını söylersek başta Vygotsky, Freire olmak üzere bazı ustalara haksızlık etmiş oluruz.
Neden acaba?
Farklı
anlayışları özümsemek, içselleştirmek uzun bir süreç ister, hemen olabilecek
bir şey değildir, hızla yaşanan bu süreçte gerçek bir dönüşümün kısa sürede
mümkün olabileceğini, davranışçı ekole göre yetiştirilmiş ve yüzlerce (?)
öğrenci yetiştirmiş kişilerin dönüşümünün bir anda gerçekleşebileceğini söylemek
zaten hayalcilik olurdu. Ama mesele sadece bu mu? Sanırım değil. Hala içimizin,
aklımızın bir kenarında kalan “milli tarih”, “milli coğrafya” anlayışı; şimdi
de “milli sosyal bilgiler” anlayışına evrilmiş gibi.
Örneğin:
Kültür ve
Miras öğrenme alanının 4. sınıflara özgü teması, “Geçmişimi Öğreniyorum”; 5. sınıfta,
“Adım Adım Türkiye”; 6. sınıfta, “İpek Yolu’nda Türkler”; 7. sınıfta, “Türk Tarihinde Yolculuk” olarak
belirlenmiş. Hepsi de Türkiye, Türkler
ve Osmanlılarla ilgili. Eski program da böyleydi. Bu konular vardı ama başlık
farklıydı. Tamam, içerik birebir aynı değil, şimdi biraz daha az yoğun, daha az
kazanım var. Acaba? Henüz 6. ve 7. sınıf ders kitaplarını görmedik.
Kazanımlara gelince yani öğrencinin kazanması gereken beceri, bilgi ve değerlere baktığımızda ise şunlar dikkati çekiyor: 4. sınıf: “Ailesi ve çevresindeki milli kültürü yansıtan öğeleri fark eder.”; “Tarihte Türklerin yaygın olarak oynadığı oyunlardan günümüzde de devam edenlere örnek verir. ”; 5. sınıf: “Ülkemizin çeşitli yerlerindeki kültürel özelliklere örnekler verir.”; 6. sınıf: “Günümüz Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ilk Türk devletlerinin ordusu ile ilişkilendirerek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önemini ve görevlerini kavrar.”; “Orta Asya ilk Türk devletleri ve Türk-İslam devletlerinin Türk kültür, sanat ve estetik anlayışına katkılarına kanıtlar gösterir.” 7. sınıf: “Osmanlı toplumunda hoşgörü ve birlikte yaşama fikrinin önemine dayalı kanıtlar gösterir.”
Burada yer
darlığından daha ayrıntısına giremediğim için sonuç olarak: Diğer öğrenme
alanlarındaki kazanımlardan Avrupa ve Dünya tarihinin dünü ve bugünüyle ilgili
olanlarının neredeyse yok denecek kadar az olduğunu düşünürsek, hani insanın
aklından “eskisinden de milli olmuş”
demek geçiyor. 8. sınıfta da sadece TC
İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük dersi okutulacağı için demek ki öğrencilerin temel/zorunlu
eğitimleri bu tema ve kazanımlarla sınırlı olacak. Bakalım lise bir tarihi
nasıl hazırlanacak? Örneğin İlkçağ tarihi olacak mı? Ama liseyi okuyamayacak olan öğrencilerin görüp
göreceği sadece bunlarla sınırlı olacak gibi.
Ayrıca, 12
Eylül konsepti devam ediyor: Değişen bir şey yok…
Söz konusu
konseptin devam edeceğine dair ilk işaretler bundan bir yıl önce gelmeye
başlamıştı, bu nedenle bir ara üzerinde çalışma yapılan ve bir program taslağı
hazırlanmış olan 8. sınıf TC İnkılâp
Tarihi ve Atatürkçülük dersi ile ilgili tüm hazırlıklar durmuş görünüyor, ondan
hiç söz edilmiyor bile, iyi saatte olsunlara karıştı.
Yeni
programlara 12 Eylül döneminin
“Atatürkçülük” konuları tek tek monte edilmiş. Bu konuda sadece tek bir örnek
vermek yeterli olacaktır. 5. sınıf
“kültür ve Miras” öğrenme alanına tam 22 tane hedef yerleştirilmiş. Bu alanın 6
tane de kazanımı olduğunu düşünürsek sadece bu alanda öğrenciler tam 28 tane
hedefe ulaşmakla yükümlü kılınmış, öğretmenler de ulaştırmakla. Bu mümkün mü? Tanrılar
çıldırmış olmalı!
Bu hedeflerden birkaç örnek… “Atatürk’le ilgili anılardan zevk alış”; “Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışında taklitçilikten kaçınmanın önemini kavrayabilme”; “Milliyetçilik ilkesini kavrayabilme”; “Devletçilik ilkesini kavrayabilme” vb.
Yukarıda
verilen örneklerin ve benzerlerinin oluşturmacı yaklaşımla ilgisi yoktur ve bu
anlayışla sosyal bilimlerin yöntemlerini
kullanan öğrenciler yetiştirmek de mümkün değildir. Oluşturmacı anlayışa göre -kısaca:
bireyler gerçek durumlar karşısında aktif olarak, başkalarıyla birlikte öğrenme
işini yaparken, araştırırken, tartışırken, düşünürken, yorumlarken,
karşılaştırırken öğrenir. Bu zihinsel bir işlemdir bu nedenle öğrencinin birikiminin
ne olduğu, örneğin ne kadar sözcük ve hangi sözcükleri bildiği önemlidir.
Birey, öğrenme aşamasında o zamana kadar ki birikimini kullanır, gerekli
donanıma sahip değilse öğrenemez, anlamlı öğrenme olmaz, eskinin üzerine yeni
bir bilgi inşa edemez, sadece ezberler. Dolayısıyla öğretmenlerin görevleri
öncelikle bunu saptamaktır, bu nedenle öğrenilecek bilgi ve beceriler sınıftan sınıfa
farklılık gösterebileceği gibi kesinlikle öğrenciden öğrenciye farklılık
gösterir çünkü öğrenme işini birey yapmaktadır, bireye özgüdür. Bu sistemde
reçeteler olamaz, ancak genel bir çerçeve çizilebilir ve öncelikli
beceriler belirtilebilir.
Ayrıca
“kavrayabilme, zevk alış” sözcükleriyle biten hedef cümlelerinin,
oluşturmacı yaklaşıma uygun “kazanım”larla yan yana durması da mümkün
değildir çünkü bunlar davranışçı ekolle ilintilidir, burada yeri yoktur.
Bu
arada kazanılması gereken becerilerden en önemlisi olarak gördüğüm, “eleştirel
düşünme” becerisine sahip öğrenciler yetiştirmekten o kadar çok bahsediliyor
ki, ders kitaplarının ve programların bu haliyle bu mümkün mü? Nedir bu becerinin basamakları: Yanlılığı fark
edecek, sunulan bilginin doğru olup olmadığını anlayacak, eksik bilgiyi belirleyecek,
kaynağın güvenilirliğini saptayacak, desteklenen desteklenmeyen iddiaları, yanlışlıkları,
tutarsızlıkları fark edecek, abartıyı bulup çıkartacak, argümanın gücünü saptayacak,
tümdengelim ve tümevarımın aşamalarını bilecek ve kullanacak vb.
Bu durumda bu
becerinin aşamalarını gerçekleştirmek için uygun etkinlikler hazırlamak,
kazanımları ve soruları nötr olacak
şekilde oluşturmak gerekir. Yoksa, araştıracak, peşine düşülecek, bulup
çıkartılacak, keşfedilecek, sorgulanacak ne kalır? Örneğin “önemini fark etme, katkılarına
dair kanıt bulma” gibi bir şey olamaz. Onu öğrenci bulacak. Verileri
toplayacak, argüman oluşturacak, önemli olup olmadığına, katkısı olup
olmadığına kendisi karar verecek. Didaktik, mesaj yüklü bir metni diyaloglar
haline getirip ders kitaplarına yazmak, oluşturmacı yaklaşıma uygun etkinlik
hazırlandığı anlamına gelemez, üstelik bence eskisinden daha da tehlikelidir.
Peki ya değerlerimiz, ilkelerimiz? Onlar ne olacak? Ya öğrenciler yanlış sonuca
ulaşır, kötü yollara düşerse? İşte bu korkular değil mi bizi yerimize mıhlayan,
aynı şeyleri yaptırtıp duran. Haklı, doğru olduğumuza inanıyorsak, kendimize
güveniyorsak neden korkalım? Hem
yanlışsak belki onlar bizi ikna eder. Öğrenci kaç yaşında olursa olsun,
tartışmak, birlikte araştırmak en doğru yoldur.
Son
olarak aynı bağlam içinde ders kitaplarından da birkaç örnek vermek istiyorum. Öyle yanlış, öyle
tartışmalı sorunlar var ki…
Aşağıdaki örneklere bakalım...
Örnek 1
*“Gelenek ve görenekler kültürün bir parçasıdır. Onları yaşatabildiğimiz sürece varlığımızı sürdürebiliriz… Sadece savaş alanında mücadele vermeyip, diğer alanlarda da mücadele vermeliyiz.”[1]
Hangi gelenek ve
görenekler? Hepsi mi? Geleceğimiz onlara mı bağlı? Savaş…? Bu konularda öğrencilere değer yüklemesi
yapılamaz, sadece tartışılır.
Örnek 2
*“Bilge, iyi bir avukat oldu. Bu kararı vermesinde lise yıllarında Atatürk’le ilgili okuduğu şu anı etkili oldu: Ölümünden iki yıl önce Atatürk’e yönelik bir suikast planı ortaya çıktı… Dava sonunda adam serbest bırakıldı. Atatürk, dava boyunca tek bir söz söylemedi. İlk ve son kez şöyle konuştu: ‘Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç, buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir.’”[2]
Neden-Sonuç ilişkisi kurulamıyor, anlaşılmıyor. Ayrıca neden bu örnek?
Hukukçular bu örneğe ne der? vb.
Örnek 4
*“Burcu, Yavuz, Mete ve Ayşe Gazi Antep’te … okumaktadırlar. Öğretmenleri, Kurtuluş Savaşı sırasında yakın çevrelerindeki, gelişmeleri ve Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğini ve cesaretini araştırmalarını istedi…. Güney Cephesi: ‘Arkadaşlar! … Fransızlar, işgal ettikleri yerlerde, beraberlerinde getirdikleri Ermeniler’i Türklere karşı silahlandırmışlardır….’ Doğu Cephesi: ‘Arkadaşlar! Ermeniler yıllar boyunca Türklerle iç içe yaşamışlardır… Bundan cesaret alan Ermeniler askeri birlik ve çeteleriyle haziran 1920’de saldırıya geçtiler.’…”[4]
Yorum yok!
Buzdağının
dibi göründü: “milli tarih”in, “çevremiz”in, “ülkemiz”in, “bölgemiz”in merkeze
alındığı, iç ve dış tehdit kaygısına bağlı milli güvenlik endişesinin devam
ettiği, ders kitaplarına ve programlara yansıtıldığı bir oldu bitti ile karşı
karşıyayız. Yerel olanla, evrensel olan
arasındaki dengenin yerelden yana ağır basması beklenirdi ama bu kadarı
beklenmezdi.
Evrensel Gazetesi için yazmıştım.
İnternette linkini aradım ama bulamadım.
23.09.2005
[2] Sosyal Bilgiler 5, MEB,
s:23
[3] Sosyal Bilgiler 5, MEB,
s:60
[4] Sosyal Bilgiler 4, MEB, s:
48, 51
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder