18 Temmuz 2018

2005 Yılından... Yeni Sosyal Bilgiler Programları: Değişen Bir Şey Var mı?

2005
Dilara Kahyaoğlu


Kaynak
Yaklaşık üç sene önce hazırlanmaya başlanan yeni öğretim programları -benim ilgilendiğim alan olarak sosyal bilgiler programı- bu sene ilköğretimin birinci kademesinde uygulamaya girerek nihayet ete ve kemiğe büründü, buzdağının dibi göründü. AB süreciyle ilintili olarak çok hızlı başlayan çalışmalar nihai noktaya varmış gibi görünüyor. Piyasaya  çıkan yeni ders ve öğrenci çalışma kitapları ise gerçekte sınıfta işlerin nasıl yürüyeceğine ve yürütüleceğine dair önemli ipuçlarını barındırıyor.

Onlarca yıldır, benim bildiğim en azından 70’li yıllardan beri eğitim dünyasının içinden kişiler, kurumlar, veliler ve çeşitli kitle örgütleri; programları, eğitim sistemini, ders kitaplarını eleştirdiler, yazdılar, konuştular ve bunların hepsi de milattan önceki döneme yani AB eksenli düşünülmeyen o döneme ait girişimlerdi. Dolayısıyla burada bir parantez açıp şunu özellikle vurgulamak gerektiğini düşünüyorum: Eğitimde yapılan reform hareketini sadece ve sadece AB’cilerin isteği, etkisi ve girişimi olarak göstermek, bu düzeye indirgemek; bu konuda yılardır uğraşan, didinen insanlara yapılan ciddi bir haksızlık ve ayıptır. Belki de burada değişen tek şey hükumet politikasındaki yeni yönelimdir. Nihayet… Ama daha  önceye değil, şimdiye yani milada ait bir değişim bu.  Bu ülke insanlarının onlarca yıllık talep ve mücadelesinin bir miladın içinde, “dış eksenli”, “komplo teorisi” çığlıkları arasında eriyip gitmesi  ne yazık…

Neydi istediğimiz değişiklikler?

Kısaca…

Birincisi içerikle ilgiliydi: Dünya değişiyor, yeni kavramlar, yeni oluşum ve olgular meydana geliyor, çocuklarımız bunlardan bihaber... Programlar bunu dikkate alsın, Cumhuriyet kurulduğundan beri neredeyse her neslin aynı konuları okumasına son verilsin.

İkincisi programın kurgusuyla ilgiliydi: Aynı konular, temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp  üst sınıflarda yeniden okutulmasın.

Üçüncüsü derslerde uygulanan yöntemlerle ilgiliydi: Dersler; anlatma, dinleme ve anlatılanları, kitapta yazılanları; yazılı kağıtlarına yeniden yazarak, konuyu ezbere bildiklerini gösterdikleri, beyni dumura uğratan, aptal kutusuna döndüren yöntemlerle yapılmasın. Öğrencilere bilimsel yöntem öğretilsin dolayısıyla beceri kazandırılsın. Eleştirel yaklaşmanın ve araştırma yapmanın yollarını bilen, yaratıcılığı köreltilmemiş, problem çözen öğrencilerin yetişebileceği yöntem ve tekniklere dayalı bir süreç işlesin, sınıfın atmosferi değişsin.

Son olarak -ki aslında içeriği, programların yapısını ve yöntemleri biçimlendiren damardır bu-  12 Eylül konseptine son verilsin.

Gelinen son noktada durum nedir?

En büyük değişiklik yöntemlerde gibi gözüküyor. Ama gerçekte öyle mi? Ders kitapları programların aynasıdır, orada ne varsa durum odur, daha fazlası değil. Sınıfiçi bütün çalışmaları yönlendirecek tek araçtır ders kitapları, öğretmen onu bilir onu kullanır, hepsi budur. Oluşturmacı yaklaşıma göre hazırlandığı söylenen programların ders kitaplarına yansımış biçimine bakarak; “Bunun oluşturmacılıkla ne ilgisi var dedirtecek?” derecede eski didaktik anlayışın sürdüğünü, kitapların beceri geliştirmekten  çok, değer ve tutum geliştirmeye ağırlık verdiğini ve sonuç olarak davranışçı ekole daha yakın durduğunu söylemek mümkün maalesef. Bu haliyle öğrencinin özellikle sosyal bilgiler alanında yukarıda söz konusu edilen becerileri kazanabileceği, geliştirebileceği olası değil -bu ayrı bir yazı konusu olacak kadar geniş kapsamlı bir sorun-  ama bu arada  yöntemle doğrudan bağlantısı olan şu “marka” hastalığına  kısaca değinmeden geçmek istemiyorum. Her alanda trend   neyse onun peşindeyiz. Batı’da özellikle eğitim dünyasında yeni trend “oluşturmacı yaklaşım” -constructivist- veya  “yansıtıcı düşünme” -reflective thinking- ya,  hemen o isimlerin peşine düşüyoruz.  Ama programların kurgusuna, açıklamalara, özellikle de ders kitaplarına ve etkinliklere bakınca bazı isimlerin marka gibi ortalıkta dolaştığını ama özlerinin, kendilerinin orada olmadığını söylemek mümkün. Program ve ders kitaplarındaki içeriğin, sundukları paradigmanın; ismi geçen yaklaşımların özüne  uygun olduğunu, davranışçı ekolün dışında kaldığını söylersek başta Vygotsky,  Freire  olmak üzere bazı ustalara haksızlık etmiş oluruz.

Neden acaba?

Farklı anlayışları özümsemek, içselleştirmek uzun bir süreç ister, hemen olabilecek bir şey değildir, hızla yaşanan bu süreçte gerçek bir dönüşümün kısa sürede mümkün olabileceğini, davranışçı ekole göre yetiştirilmiş ve yüzlerce (?) öğrenci yetiştirmiş kişilerin dönüşümünün bir anda gerçekleşebileceğini söylemek zaten hayalcilik olurdu. Ama mesele sadece bu mu? Sanırım değil. Hala içimizin, aklımızın bir kenarında kalan “milli tarih”, “milli coğrafya” anlayışı; şimdi de “milli sosyal bilgiler” anlayışına evrilmiş gibi.

Örneğin:
Kültür ve Miras öğrenme alanının 4. sınıflara özgü teması, “Geçmişimi Öğreniyorum”; 5. sınıfta, “Adım Adım Türkiye”; 6. sınıfta, “İpek Yolu’nda Türkler”;  7. sınıfta, “Türk Tarihinde Yolculuk” olarak belirlenmiş.  Hepsi de Türkiye, Türkler ve Osmanlılarla ilgili. Eski program da böyleydi. Bu konular vardı ama başlık farklıydı. Tamam, içerik birebir aynı değil, şimdi biraz daha az yoğun, daha az kazanım var. Acaba? Henüz 6. ve 7. sınıf ders kitaplarını görmedik.

Kazanımlara gelince yani öğrencinin kazanması gereken beceri, bilgi ve değerlere baktığımızda ise şunlar dikkati çekiyor: 4. sınıf: “Ailesi ve çevresindeki milli kültürü yansıtan öğeleri fark eder.”; “Tarihte Türklerin yaygın olarak oynadığı oyunlardan günümüzde de devam edenlere örnek verir. ”;  5. sınıf: “Ülkemizin çeşitli yerlerindeki kültürel özelliklere örnekler verir.”; 6. sınıf: “Günümüz Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ilk Türk devletlerinin ordusu ile ilişkilendirerek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önemini ve görevlerini kavrar.”; “Orta Asya ilk Türk devletleri ve Türk-İslam devletlerinin Türk kültür, sanat ve estetik anlayışına katkılarına kanıtlar gösterir.” 7. sınıf: “Osmanlı toplumunda hoşgörü ve birlikte yaşama fikrinin önemine dayalı kanıtlar gösterir.”

Burada yer darlığından daha ayrıntısına giremediğim için sonuç olarak: Diğer öğrenme alanlarındaki kazanımlardan Avrupa ve Dünya tarihinin dünü ve bugünüyle ilgili olanlarının neredeyse yok denecek kadar az olduğunu düşünürsek, hani insanın aklından “eskisinden de milli olmuş” demek geçiyor.  8. sınıfta da sadece TC İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük dersi okutulacağı için demek ki öğrencilerin temel/zorunlu eğitimleri bu tema ve kazanımlarla sınırlı olacak. Bakalım lise bir tarihi nasıl hazırlanacak? Örneğin İlkçağ tarihi olacak mı?  Ama liseyi okuyamayacak olan öğrencilerin görüp göreceği sadece bunlarla sınırlı olacak gibi.

Ayrıca, 12 Eylül konsepti devam ediyor: Değişen bir şey yok…

Söz konusu konseptin devam edeceğine dair ilk işaretler bundan bir yıl önce gelmeye başlamıştı, bu nedenle bir ara üzerinde çalışma yapılan ve bir program taslağı hazırlanmış olan  8. sınıf TC İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük dersi ile ilgili tüm hazırlıklar durmuş görünüyor, ondan hiç söz edilmiyor bile, iyi saatte olsunlara karıştı.

Yeni programlara  12 Eylül döneminin “Atatürkçülük” konuları tek tek monte edilmiş. Bu konuda sadece tek bir örnek vermek yeterli olacaktır.  5. sınıf “kültür ve Miras” öğrenme alanına tam 22 tane hedef yerleştirilmiş. Bu alanın 6 tane de kazanımı olduğunu düşünürsek sadece bu alanda öğrenciler tam 28 tane hedefe ulaşmakla yükümlü kılınmış, öğretmenler de ulaştırmakla. Bu mümkün mü? Tanrılar çıldırmış olmalı!

Bu hedeflerden birkaç örnek… “Atatürk’le ilgili anılardan zevk alış”; “Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışında taklitçilikten kaçınmanın önemini kavrayabilme”; “Milliyetçilik ilkesini kavrayabilme”; “Devletçilik ilkesini kavrayabilme” vb.

            Yukarıda verilen örneklerin ve benzerlerinin oluşturmacı yaklaşımla ilgisi yoktur ve bu anlayışla  sosyal bilimlerin yöntemlerini kullanan öğrenciler yetiştirmek de mümkün değildir. Oluşturmacı anlayışa göre -kısaca: bireyler gerçek durumlar karşısında aktif olarak, başkalarıyla birlikte öğrenme işini yaparken, araştırırken, tartışırken, düşünürken, yorumlarken, karşılaştırırken öğrenir. Bu zihinsel bir işlemdir bu nedenle öğrencinin birikiminin ne olduğu, örneğin ne kadar sözcük ve hangi sözcükleri bildiği önemlidir. Birey, öğrenme aşamasında o zamana kadar ki birikimini kullanır, gerekli donanıma sahip değilse öğrenemez, anlamlı öğrenme olmaz, eskinin üzerine yeni bir bilgi inşa edemez, sadece ezberler. Dolayısıyla öğretmenlerin görevleri öncelikle bunu saptamaktır, bu nedenle  öğrenilecek bilgi ve beceriler sınıftan sınıfa farklılık gösterebileceği gibi kesinlikle öğrenciden öğrenciye farklılık gösterir çünkü öğrenme işini birey yapmaktadır, bireye özgüdür. Bu sistemde reçeteler olamaz, ancak genel bir çerçeve çizilebilir ve öncelikli beceriler  belirtilebilir. 

            Ayrıca “kavrayabilme, zevk alış” sözcükleriyle biten hedef cümlelerinin,  oluşturmacı yaklaşıma uygun “kazanım”larla yan yana durması da mümkün değildir çünkü bunlar davranışçı ekolle ilintilidir, burada yeri yoktur.
            
            Bu arada kazanılması gereken becerilerden en önemlisi olarak gördüğüm, “eleştirel düşünme” becerisine sahip öğrenciler yetiştirmekten o kadar çok bahsediliyor ki, ders kitaplarının ve programların bu haliyle bu mümkün mü?  Nedir bu becerinin basamakları: Yanlılığı fark edecek, sunulan bilginin doğru olup olmadığını anlayacak, eksik bilgiyi belirleyecek, kaynağın güvenilirliğini saptayacak, desteklenen desteklenmeyen iddiaları, yanlışlıkları, tutarsızlıkları fark edecek, abartıyı bulup çıkartacak, argümanın gücünü saptayacak, tümdengelim ve tümevarımın aşamalarını bilecek ve kullanacak vb. 

            Bu durumda bu becerinin aşamalarını gerçekleştirmek için uygun etkinlikler hazırlamak, kazanımları ve soruları nötr olacak şekilde oluşturmak gerekir. Yoksa, araştıracak, peşine düşülecek, bulup çıkartılacak, keşfedilecek, sorgulanacak ne  kalır? Örneğin “önemini fark etme, katkılarına dair kanıt bulma” gibi bir şey olamaz. Onu öğrenci bulacak. Verileri toplayacak, argüman oluşturacak, önemli olup olmadığına, katkısı olup olmadığına kendisi  karar verecek.  Didaktik, mesaj yüklü bir metni diyaloglar haline getirip ders kitaplarına yazmak, oluşturmacı yaklaşıma uygun etkinlik hazırlandığı anlamına gelemez, üstelik bence eskisinden daha da tehlikelidir. 

            Peki ya değerlerimiz, ilkelerimiz? Onlar ne olacak? Ya öğrenciler yanlış sonuca ulaşır, kötü yollara düşerse? İşte bu korkular değil mi bizi yerimize mıhlayan, aynı şeyleri yaptırtıp duran. Haklı, doğru olduğumuza inanıyorsak, kendimize güveniyorsak neden korkalım?  Hem yanlışsak belki onlar bizi ikna eder. Öğrenci kaç yaşında olursa olsun, tartışmak, birlikte araştırmak en doğru yoldur.
            
            Son olarak aynı bağlam içinde ders kitaplarından da birkaç  örnek vermek istiyorum. Öyle yanlış, öyle tartışmalı sorunlar var ki…

Aşağıdaki örneklere bakalım...

Örnek 1
*“Gelenek ve görenekler kültürün bir parçasıdır. Onları yaşatabildiğimiz sürece varlığımızı sürdürebiliriz… Sadece savaş alanında mücadele vermeyip, diğer alanlarda da mücadele vermeliyiz.”[1] 
Hangi gelenek ve görenekler? Hepsi mi? Geleceğimiz onlara mı bağlı? Savaş…?  Bu konularda öğrencilere değer yüklemesi yapılamaz, sadece tartışılır. 

Örnek 2
*“Bilge, iyi bir avukat oldu. Bu kararı vermesinde lise yıllarında Atatürk’le ilgili okuduğu şu anı etkili oldu: Ölümünden iki yıl önce Atatürk’e yönelik bir suikast planı ortaya çıktı… Dava sonunda adam serbest bırakıldı. Atatürk, dava boyunca tek bir söz söylemedi. İlk ve son kez şöyle konuştu: ‘Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç, buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir.’”[2]
Neden-Sonuç ilişkisi kurulamıyor, anlaşılmıyor. Ayrıca neden bu örnek? Hukukçular bu örneğe ne der? vb.

Örnek 3
*“Milliyetçilik ilkesi, milli birlik ve beraberliğimizin temel taşıdır.”[3]  
Yorum yok!

Örnek 4
*“Burcu, Yavuz, Mete ve Ayşe Gazi Antep’te  … okumaktadırlar. Öğretmenleri, Kurtuluş Savaşı sırasında yakın çevrelerindeki, gelişmeleri ve Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğini ve cesaretini araştırmalarını istedi…. Güney Cephesi:  ‘Arkadaşlar! … Fransızlar, işgal ettikleri yerlerde, beraberlerinde getirdikleri Ermeniler’i Türklere karşı silahlandırmışlardır….’ Doğu Cephesi: ‘Arkadaşlar! Ermeniler yıllar boyunca Türklerle iç içe yaşamışlardır… Bundan cesaret alan Ermeniler askeri birlik ve çeteleriyle haziran 1920’de saldırıya geçtiler.’…”[4]
Yorum yok!

            Buzdağının dibi göründü: “milli tarih”in, “çevremiz”in, “ülkemiz”in, “bölgemiz”in merkeze alındığı, iç ve dış tehdit kaygısına bağlı milli güvenlik endişesinin devam ettiği, ders kitaplarına ve programlara yansıtıldığı bir oldu bitti ile karşı karşıyayız. Yerel olanla,  evrensel olan arasındaki dengenin yerelden yana ağır basması beklenirdi ama bu kadarı beklenmezdi.

Evrensel Gazetesi için yazmıştım. 
İnternette linkini aradım ama bulamadım. 
23.09.2005



[1] Sosyal Bilgiler 4, MEB, s:59 
[2] Sosyal Bilgiler 5, MEB, s:23
[3] Sosyal Bilgiler 5, MEB, s:60
[4] Sosyal Bilgiler 4, MEB, s: 48, 51

Hiç yorum yok: