30 Ocak 2022

Avrupalı Tarih Öğretmenleri, Türkiyeli Tarih Öğretmenleriyle Buluştu

Dilara Kahyaoğlu
Haber

28- 29 Ekim 2001           

** Bu kitap 2021 yılında basılmıştır. 


Tarih Vakfı, tarih eğitiminin ve tarih ders kitaplarının iyileştirilmesi çerçevesinde gerçekleştirdiği bir dizi etkinlik ve çalışmaya  28- 29 Ekim 2001 tarihinde Bilgi Üniversitesi Kuştepe  Kampüsü’nde   gerçekleştirdiği uluslararası bir toplantıyla devam etti.

Tarih Vakfı’ndan proje sorumlusu Bahar Şahin’in 8.45 de başlatıp 17.00’de bitirdiği toplantılara “Avrupalı” kanattan Euroclio  Başkanı Joke Van der Lowe, İngiltere’den Robert Stradling, Fransa’dan Etienne Copeaux ve Claire Copeaux’nun , Türkiye’den ise Marmara bölgesi öğretmenlerinden yaklaşık otuz kişinin katıldığı “Avrupalı Tarih Öğretmenleriyle Türkiyeli Tarih Öğretmenleri Buluşması” toplantısının oturum başkanlığını Tarih Vakfı Genel Sekreteri  Orhan Silier yaptı.

 “Kötü tarih eğitimi, kötü eğitim, aslında gençlere saldırıdır, kötü muamelenin bir başka biçimidir, tıpkı fiziksel bir saldırı gibi tahribat yaratır, bu saldırı gençlerin yetişmelerini, uygarlaşmalarını, olgunlaşmalarını, bilinçli yurttaş olmalarını engellemeyi hedef alan, beyinlerine yapılmış bir saldırıdır” diye söze başlayan Orhan Silier  aslında bu sözleriyle  bir gün önce katıldığı toplantıya[1] göndermede bulunuyordu. Bu saptamanın  o toplantıda ifade edildiğini belirterek, bu tanımlamadan çok etkilendiğini, bunun aynı zamanda ciddi bir tepkinin işareti olarak da görülebileceğini söyledi. Bu çarpıcı girişi tarih eğitiminin iyileştirilmesi konusu ve çalışmalarının nasıl stratejik bir öneme sahip olduğunu belirtmek için kullanan Silier, Tarih Vakfı’nın bu konuda ki çalışmalarına devam ederek Avrupalı tarih öğretmenleri ile Türkiyeli tarih öğretmenlerini buluşturmaya çabaladığını çünkü Avrupa’da ciddi deneyimler yaşandığını, iyileşme sağlandığını, Türkiye’de de bu alanda ciddi çabalar gösterenler taraflar bulunduğunu, dolayısıyla iki tarafın da birbirlerinden öğreneceği şeyler olduğunu belirtti. Bu arada MEB içinde de iyileşme çabalarının sürdüğünü, geçen yıl ODTÜ’ de yapılan toplantının[2] buna  örnek olarak gösterilebileceğini  örneğin bugünkü toplantıya da  MEB Talim ve Terbiye Kurulu’nun oniki üyesinden biri olan Ahmet Sönmez’in de katıldığını belirterek ilk sözü R. Stradling’e[3]  verdi.

Stradling, “ 20 yüzyıl Avrupa Tarihi”nin temel meselesinin ne öğretmek değil nasıl öğretmek olduğunu söyleyerek sözlerine başladı. Burada daha ilk başta pedagojik bir soruyla karşılaştıklarını, bunun da “Hangi Avrupa”, “Kimin Avrupa’sı?”  sorularında  düğümlendiğini belirterek bu soruya, bakış açılarına göre çok değişik yanıtlar verildiğini ama kapsayıcı bir tanım yaparak etnik, politik, dilsel çeşitliliğe vurgu yapmanın,  referans noktası olarak çoğulculuğu almanın doğru bulduğu bir yaklaşım olduğunu anlatan Stradling,  daha sonra da bu dersi yapmanın/ yazmanın zorluklarının neler olduğunu sıraladı;

*20. yüzyıl tarihinde çok fazla tarih var, burada mesele neyi kitaba ve derse katmak değil neyi dışarıda bırakmaktır.

*20. yüzyıl tarihi halen yaşayan bir tarihtir, öğrenciler okulda, ailede ve sokakta bu tarihin çeşitli anlatımı/aktarımına maruz kalmaktadırlar.

*20. yüzyıl tarihinde, tarih ders kitapları tek kaynak değil, bunun yanında medya, internet vb. kaynaklar da var.

*Olaylara çok yakınız, objektif olmak, uzaktan bakmak zor.

*Hangi konuları neyi dışarıda bırakmalıyız soruları sorulduğunda bazı sınırlamalarla karşılaşılıyor, müfredat, ilkeler, anlayışlar vb. dolayısıyla neyin, neye göre seçileceği önemli bir sorun...

20. yüzyıl tarihine /tarihe “çok perspektiflilik ile bakmak” Stradling’in konuşmasında en sık geçen kavramlardan biriydi. Yani; farklı kaynakları kullanmak, konuya “öteki”nin perspektifi ile başlamak dolayısıyla; öğrencilerin önyargılarını yıkmak ve kafa yapılarını sarsmak, bütün gazetelere bakmak, tarihsel açıdan empati kurmak “bu çok perspektifliliğin yüreğinde yatar”.

Bu ifadeleriyle Stradling “yakın tarih”e nasıl yaklaşmalı sorununun bir anlamda ilke  ve perspektifini açıkladıktan sonra bu dersin öğrencilere hangi bilgi ve becerileri kazandırabileceği/ kazandırması üzerinde de durarak sınıf içi pratiğine dönerek;

*Öğrenciler anlamlı sorular sormayı öğrensin

* I. ve II. kaynak farkını anlasın, birbirinden ayırabilsin

* Kaynaklara eleştirel yaklaşabilsin

*Öğretmenin rolü, öğrencinin bir anlatı inşa etmesine yardımcı olmaktır, model sunmaktır, öğrenciyi soru sormaya meydan okumaya teşvik etmektir, dedi.

 Bütün bunları yapabilmek için  belge kullanımının ve belgeleri tahlil etmenin önemine de değinen Stradling, öğrencilerin belgeleri kullanırken şu soruları sormasının beklenmesi gerektiğini belirtti.

*Kim yazmış bu belgeyi, ne zaman yazmış?

*Bu bilgiler I. elden mi, II. elden mi,  nasıl alınmış, nereden alınmış,  güvenilir mi?

*Belgenin yazılış amacı ne, yazarın görüşü ne?

Günümüzde görsel malzemelerin artık çok yoğun kullanıldığından bahseden Stradling, öğrencinin onlara da eleştirel yaklaşması, onları da tıpkı yazılı belgeler gibi tahlil etmesi gerektiğinden bahsederek, 20. yüzyıl tarihi içinde özellikle hassas konuların nasıl ele alınabileceği sorununa geçti;

*"Bazı konuların çok duygusal sonuçları vardır, bunları ele almak için bazı stratejiler geliştirmeli, örneğin bazen şeytanın avukatlığını yapmak, empati kurmak, tarihi geniş coğrafi alanlara  yaymak, anakronik yaklaşıma düşmekten kaçınmak önemlidir" diyen Stradling “tarih, bir süreçtir ilerleme değil” diyerek konuşmasını bitirdi.

İkinci konuşmacı Euroclio Başkanı Joke Van der Lowe idi. Önce Euroclio nun ne olduğunu anlattı ve özetle şunları belirtti;

Eurocilo, Avrupalı öğretmenlerin çatı örgütü, 1993 yılında 17 örgütle faaliyete geçildi, şu anda 76 üyemiz var. Bunlar öğretmen dernekleri, sendikalar vb . Avrupa dışından da katılanlar oldu, örneğin İsrail, ABD ve Kırgızistan’dan. Üniversiteler veya birey olarak kişiler de üye olabiliyor ama karar mekanizmalarına katılamıyorlar.

Üyeler için dört ayrı çalışma alanı var;

*Tarih eğitiminin kalitesini yükseltmek için ders kitapları, öğretmen eğitimi gibi alanlarda danışmanlık yapma, araştırmalar yapmak

*Uluslararası işbirliği ağı kurmak. Bunu bülten, haber mektupları, Web sitemiz, e-mail adresleri aracılığıyla yapmaya çalışıyoruz.

*Tarih öğretmenlerinin profesyonelliğini geliştirmek için organizasyonlar düzenlemek  *Euroclio’nun sürdürülebilirliğine katkıda bulunmak ...

Joke Van der Lowe, daha sonra yaptıkları bazı işleri sıraladıktan sonra tarih eğitiminin sorunlarına eğilerek genel sorunun ulusal bir perspektifle yaklaşmak olduğunu bu durumun bir çok ülkede hakim eğilim olduğunu belirterek tartışmalara yol açan şu örneği verdi, Ruslar “II.dünya savaşında esas acıyı biz çektik, biz savaştık diyorlardı” bütün ders kitaplarında bu bakış açısı vardı,  oysa önderliği iyi değildi, bu durum onların çektiği acıyı arttırdı...Euroclio başkanının bu sunuşunun ardından ilk yarıdaki tartışmalara ve dinleyici sorularına geçildi. Burada bazı dinleyiciler “ulusal tarihe karşı çıkanların tarihi kullandıkları iddialarına karşılık, bunu söyleyenlerin de tarihi kullandığını ve bunu da farklı bir ideolojik bakış açısıyla yaptıklarını söyleyerek,  Joke Van der Lowe’ e  itiraz ettiler. Joke Van der Lowe, kapitalizmin temsilcisi olarak gösterilmesinin kendisini eğlendirdiğini, verdiği örnekte ısrar ettiğini, verdiği örneğin tarihin suiistimaline dair en çarpıcı örneklerden biri olduğunu söyledi, "çarpıtma yapıyorlardı, biz de onlara durun dedik, ABD kazandı demedik"  şeklinde bir yanıt verdi.

Stradling ise dinleyicilerden gelen sorular üzerine bir kere daha iyi bir ders kitabı nasıl olmalıdır konusuna şunları ilave etti.

*Meydan okuyucu olmalı

* Nihai açıdan cevap vermeli

*Soru sorulmasını sağlamalı, kişisel yargı yeteneğini geliştirmeli, bağımsız düşünebilmeyi öğretmeli

*Kitap bir araçtır, bu yüzden dili çok açık olmalı

*Akademik açıdan güncel olmalı

*Çok prespektifliliğe sahip olmalı,

*Hedefler çok önemli; neyi hedefliyoruz, mezun olan bir öğrencinin aklında neler kalarak mezun olmasını istiyoruz, öncelikle bunları düşünmeliyiz dedi.

*Kitaba bir çok düzeyden bakmalı, bir sistem tasarlamalı,

*Kitaplarda bir dizi egzersizler olmalı..

*Geleneksel ders kitaplarında yazılanları kanıtlamak hiç önem taşımayan bir konu. Oysa yazılanları belgelerle kanıtlamak gerekir

*"Beceriyi ön plana çıkardınız deniliyor oysa bu doğru değil, içerik çok önemli, bilgi olmadan sorular cevaplanamaz, hatta sorulan sorular sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Bilgi çok önemli" diyerek yanıtlarını bitirdi.

Öğleden sonraki bölümde Etienne Copeaux[4] ilk konuşmayı yaptı. Konuşması Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine isimli kitabının çok kısa bir özetiydi.[**]

1931'deki yeni Türk tarihi anlatısının eskisinden kopuşu ifade ettiğini söyleyerek Türkiye’nin yeni devleti ve  yeni tarihinin Osmanlı ile köprüleri nasıl attığını anlattı. Mustafa Kemal, Batıcı Helen’e kıyasla mağrur bir kimlik yaratmak, Yunanlılar kadar parlak bir uygarlığa sahibiz diyebilmek için yeni Türk tarihi anlatısı oluşturdu, burada esas muhatap Yunanlılardı,  Avrupa’ydı, bu kimlik onlara karşı yaratılmıştır, dedi. 1931 kitaplarının soğukkanlı yazılmış kitaplar olduğunu, 1931’lerin abartılmış milliyetçi tarihinin ırksal üstünlük tezi ile dolup taştığını, milli görüşü inşa çabasının yanında Müslümanlık tarihinin de laik olarak gösterilme çabası içine girildiğini belirtti. 

1938 de Mustafa Kemal’in  ölümü ile  bu ilk dönem kapandığını, 1950’lerde ise  hümanizm adı altında bir başka dönem başladığını, 1970’lerde ise yeni bir yaklaşım olan Türk –İslam sentezinin  devreye girdini belirterek, Türk-İslam sentezi, İslam’a yakın bir tarzdı ama Kemalizm’le çelişmiyordu diyen Copeaux,  uluslar; okullar ile tek tip bellek yaratırlar, örneğin ders kitapları incelendiğinde  Atatürk’ün her yere serpiştirildiği görülür ki bunların işlenen konular hiç ilgisi yoktur, Kurtuluş savaşı ile Malazgirt Savaşı arasında benzerlik kurulur ki bu da anakronik bir yaklaşımdır, dedi. 

Türk anlatısının ayırt edici özelliklerinden birinin  “sürekliliğe” yaptığı vurgu olduğunu belirtip, Türk tarih anlatısında tek bir tarihi yoktur, Türkler etnik olarak Asya kökenlidir, doğumun gerçekleştirdiği topraklar Anayurt Asya’dır, Anadolulu geçmiş ise Türklerin Anadolu’yla evlenmesi ile açıklanır,  İslamiyet ise evlat edinilmiş çocuğu ifade eder, ama sonuçta hepsi bir aile içindedir ve  ailenin unsurlarıdır dedi. Anadolu coğrafi bir kavramdır ve Türkiye kadar sık kullanılır ama Türkiyeli kavramında etnik ve dilsel kökene bir gönderme var. Her yurttaş Türk olmadığına göre bu kafaları karıştırmıyor mu? Anadolu kültür mirasının anlaşılması için geçmiş miras olarak kabul edilir. Türkiye olmadan önce neler oldu? Milli Türk tarih tezi yerine her kültürel gruba açık gelebilecek yeni bir yaklaşım olmalı diyerek sözlerini bitirdi.

Mutlu Öztürk, Türkiyeli tarih öğretmenleri adına konuşan tek konuşmacı olarak üç ayrı başlık altında konuşmasını sundu; Ders kitapları, sınıf içi pratik ve öğretmenlerin ekonomik ve demokratik problemleri.

“Ders kitapları aslında aynı zihniyetin farklı versiyonları. Farklı dönemlerde ders kitapları öğrencileri hep şu veya bu yöne doğru endoktrine etmek amacıyla kullanılmış. Bu her yerde böyle olmuştur. Çekici değillerdir, insan zekasını küçümser ve taciz ederler. İnsan zekasını tabula rasa olarak görürler. Bu kitaplardaki hatalar primitif, paradigmatik hatalardır.

1976’dan beri Türkiye’de ders kitaplarının eleştirisi yapılıyor ama halihazırda derinlemesine bir söylem analizi gerçekleştirilmiş değildir. Sınıf içi pratik açısından ise didaktik bir yaklaşım vardır. Yöneticiler, okulları mümin yetiştiren yer olarak görme, öğrencileri ikna etme yeri olarak görme eğilimindedirler. Ekonomik ve demokratik açıdan ise son 20 yılda öğretmenlerin prestijinde önemli kayıplar olmuştur. Çocukların gözünde öğretmenin prestiji düşmüştür. Bu şartlarda bilgiye meta olarak bakıldığı için alternatif arayışlara yönelme şansı hiç kalmıyor. Demokratik problemler de çok ciddi boyutlarda. Okul içi eğitim konusunda öğretmenlerin söz hakkı yok. Merkezin tavrına uymak durumunda, öğretmenin atacağı her adım merkez tarafından adım adım planlanmış. Ademi merkeziyetçi bir sistem olsaydı öğretmenin manevra şansı ve farklı eğitim anlayışına yönelme şansı artardı. 

Toplumsal ve siyasal problemler de oldukça fazla. Öğretmenin sınıfta ne anlatacağına, nasıl anlatacağına varana kadar her şey belirlenmiş. Pedagojiden yola çıkarak bir tartışma yürütmek çok zor. Bütün bunların yanında öğretmenin etrafında  toplumsal bir kuşatma da var. Veli, bu sistemden yetişmiş bir kişi, yapılan yeniliklere benim çocuğum deneme tahtası değil, diyerek karşı çıkabiliyor. Ama en önemli sorun belki lüks gibi görünecektir ama hassas konular denilen mesele. Medyada öğrenci üzerinde etkili örneğin benim öğrencilerim bana bir kere Atatürk dinsiz miydi diyerek bir soru sormuşlardı. Ben de onlara bununla ilgili elimde bir veri olmadığını, ama kendisinin ve o dönemdeki tüm aydınların pozitivizme inandığını anlatmıştım. Öğrenciler bu olayı sonradan din dersi öğretmenine aktarmışlar o da Atatürk’e  dinsiz dedi diyerek, beni  okul müdürüne şikayet etmiş. Okul müdürü benden  yazılı savunmamı istedi. Ben de o yazılı savunmamda biraz önce  anlattıklarımı yazdım. Tevfik Fikret’i  örnek verdim ve imam ile  muallim ikileminde Mustafa Kemal’in  pozitivizmden  yana çıkarak muallimin yanında yer aldığını yazdım ama müdürümüz pozitivizmi de pozitif anlamış, siz Atatürk’e pozitif diyemezsiniz falan gibi şeyler söyledi ve sözlü uyarı  aldım.

Öğrenciler medyanın etkisinde çok kalıyorlar demiştim, onları çoğu zaman biçimlendiren bu  çevre oluyor. Örneğin Abdullah Öcalan’ın  yakalandığı günlerde sınıflardaki  en yoğun tartışma, idam tartışmasıydı.  Bütün  öğrenciler asmaktan ama normal asmadan da değil işkence ederek, etlerini lime lime doğradıktan sonra asmaktan falan bahsediyorlardı. Her ne kadar bütün bunlar insan haklarına  aykırıdır desem de  benim söylediklerimin bir anlamı yoktu, küçük çocuklar karşıma geçmiş ve bunları söylüyorlar.  Yine bir keresinde Nihal Atsız’ın vasiyetnamesini verip öğrencilerimden bununla ilgili düşüncelerini yazmasını istedim (metni okur) evet ürpertici bir metin... 

Her kitaba öğretmen onay vermez ama katılmayabilir, nötr olabilir. Ders kitaplarında öğretmenin ötesinde sorunlar var. Tarihin pratiğinden ırkçı unsurları tasfiye edemiyoruz. Örtülü bir şekilde çok yaygın. Üç büyük öğretmen sendikası var. Şu ana kadar sorunlara dönük olarak akademik meseleleri gündemlerine almadılar.  Üniversitelerde ise akademisyenler ilk ve orta öğretimi kendi alanları içinde görmüyorlar. Öğretmen yetiştiren yerler de sorunlu. Örneğin bundan bir süre önce (yıllar) buna benzer bir toplantıda konuşma yapan adamı beğenmeyen bir akademisyen oturduğu yerden yanındakine bu adamı dövmek lazım diyebildi. Ben bunun münferit bir vak’a  olduğunu sanmıyorum.  Ciddi  bir alt üst oluş lazım.

Diğer sorunlar ise sınavlar... Yaratıcı ölçme değerlendirme gerekir, klasik sınav araç ve yöntemleri, alternatif bir öğretimde kullanılamaz. Öğrenci merkezli eğitimde disiplin problemi de önemli, sınıflarda gürültü çıkıyor ve idareciler bundan rahatsız olabiliyor.

Öğretmen etiği ile de ilgili problemler var. Öğretmenler çocukların beynini ele geçirmek, için değil daha başka bir anlayışla yaklaşmalılar eğitime, mümin-Atatürkçü, mümin- sosyalist, mümin- İslamcı yetiştirmeye çalışan yerler  olmamalı okullar. Alternatif çalışmalar okullarda yapılmıyor değil, yapılıyor ve bunlar MEB’e yollanıyor ama orada çok ağır işleyen bir bürokrasi var. Bakanlığın es geçmek gibi bir problemi var. Size bazı sınav ve bazı alternatif ders kitabı örnekleri getirdim.. Örneğin bu Kitabı bir Tarih öğretmeni arkadaş yazdı, ismi Tuğrul Yakarçelik. O berbat ders kitapları ile de bir şeyler yapılabileceğini  kanıtlamış. Ben de bir arkadaş ile beraber TC inkılap Tarihi kitabını yazdım. Bunu yanımda getirdim, örneğin başına Salvador Dali’nin resmini koyduk, kimisi bu resmin İnkılap Tarihi ile ne ilgisi var diyebilir ama  bence çok ilgisi var. Bir başka örnek “Hakların için Ayağa kalk”[5] isimli insan Hakları  projesi  kapsamında yapılan bir çalışma. Bir de TÜSİAD’ın  coğrafya kitabı[6] örnek olarak verilebilir. Bizim bulunduğumuz coğrafya ulus devleti çok fazla kaldırabilen bir coğrafya değil.

Orhan Silier ise toplantıda yaptığı konuşmasında Anadolu’nun etnik, dilsel, kültürel çeşitliliğine vurgu yaparak, yönetenler bu çeşitlilik karşısında endişeli, bölünme korkusu ile bu günlere gelinmiş diyerek başladı konuşmasına. 1980 yapılan askeri darbenin bazı demokratik kazanımları yok ettiğinden bahseden Silier, tarih eğitimi ile demokrasinin gelişimi arasında kesintili bir ilişki var dedi.

Genç ulus devletin, tarihi kuruluş amaçlarının  dolaysız aracı olarak gördüğünü söyleyerek bu yüzden tarihe keskin müdahaleler yapıldığını, 1960’larda başlayan sosyal bilgiler ile tarihin yan yana gelmesinin ise,  80 darbesi ile yarıda kaldığını söyledi. Bir sivil toplum kuruluş olarak Tarih Vakfı’nın devletten bağımsız bir rol oynamak durumunda olduğunu diğer yandan ise yarattığı dolaylı ürünler ile devleti daha ileri roller oynamaya zorladığını anlattı. Tarih Vakfının ürünleri olan sergilerin, yerel ve sözlü tarih  çalışmalarının, ansiklopedilerin  övgü edebiyatı, Türk-İslam sentezi, kaba Atatürkçülüğün   ötesinde bir faaliyet alanı olarak ortaya çıktığından bahsetti. Bu ürünler sayesinde ki Tarih Vakfı, sorunun doğrudan gündeme gelmesine hizmet etmektedir, dedi. 

1997 den beri Ankara, İstanbul, İzmir’deki tarih öğretmenlerinin örgütlü bir çevre yaratarak harekete geçtiğinden bahseden Silier tam bu nokta da TÜSİAD’ın   coğrafya kitabının gündeme geldiğini, bunun daha çok çeviri ağırlıklı bir kitap olduğunu oysa esas ihtiyacın çeviri ağırlıklı  olmayan, tarih öğretmenlerinin  ağırlıkta olduğu, bunun yanında dil, bilim, görsel malzeme uzmanı ve pedagogların da bulunduğu,  üniversitelerin danışmanlık yaptığı gruplarca alternatif  ders kitaplarının  üretilmesinden söz ederek, Tarih Vakfı içinde bu tür üyelerinin bulunduğunu, artık neyin olmamasının değil, neyin olabileceğinin üzerinde yoğunlaşmanın zamanındır, alternatif kitaplar yaratıp bunların daha fazla nasıl iyileştirilebileceğini tartışmak gerekir, dedi. Yaratılan kitapların ötekileştirici olmayan, barışçı, bilimsel, yerel ve sözlü kültüre, gündelik yaşama da açılan kitaplar olması gerektiğini söyleyerek sözlerini bitirdi.

Toplantının son konuşmacısı biraz da sürpriz bir şekilde gündeme gelen Claire Copeaux[7] idi.

1954- 60 arasında cereyan etmiş olan Cezayir Savaşı’nın uzun yıllar boyunca Fransa içinde tartışılmadığını söyleyerek başladı konuşmasına. Orada olanlar bir aile sırrı gibi saklandı, Cezayirliler savaşa kurtuluş savaşı diye yaklaşırken, Fransızlar için bu savaş  ayaklanan bir grup hayduda karşı düzeni koruma savaşıydı, uzun müddet Fransız resmi tarihi ve yöneticileri burada savaş olduğunu kabul etmediler, olanlar için savaş adını kullanmamaya özen gösterdiler, dedi. Cezayir’in  Fransız toprağı olarak görüldüğünü dolayısıyla hukuki açıdan da  bir iç savaş olduğunu belirten Claire Copeaux,  ama iç savaş bile denmedi, dedi.

Bu konunun çok yakın zamanda gündeme gelmesinin ancak bazı aşamalardan sonra olabildiğini anlattı. Bu aşamaların 1981 yılında Miterand ile birlikte solun işbaşına gelmesi ile başladığını ve savaşla ilgili arşivin ise ancak 1990'larda açıldığını söylerken ama o süreye kadar biz bu dersi sınıflarda işliyorduk ve konu ders kitaplarında da yer alıyordu, diyerek bize oldukça tanıdık gelen bir anlatı türünden söz etti. Sınıflarda bu konu işlenirken çeşitli  zorluklarla  karşılaştığını, konunun  çok sıcak olduğunu,  sınıfta öğrencilerin bir kısmının askerlerin çocuğu, bir kısmının Fransızlarla işbirliği yapan Cezayirlilerin çocukları, bir kısmının ise Cezayir bağımsızlık savaşını destekleyenlerin çocukları olduğunu söyleyerek bu durum konuyu daha baştan gerilimli hale getiriyordu, dedi. 

Konunun,  müfredatta   yer almasına rağmen 1990- 99 yılları arasında yapılan hiç bir sınavda bununla ilgili soru  sorulmadığını söyledi. Nihayet 1999 yılında Fransız Millet Meclisi’nin burada “savaş”  olmuştur fikrini kabul ettiğini ve bunu resmen ifade ettiğini söyledi. Aşamalardan en önemlisinin 2000 yılında meydana gelen bir tanıklık olduğunu anlattı. İşkence gören bir Cezayirlinin ortaya çıkarak kendisine işkence yapanları  aradığını Le Monde  gazetesinin bu konuyu gündeme getirerek o bölgede görevli olan general ile görüştüğünü, generalin ise, işkence yapmaları için emir verildiğini kabul ettiğini ve böylelikle nihayet olayların tartışılmasının kamuoyuna açık bir şekilde gündeme gelebildiğini anlattı.  Claire Copeaux, kendi  araştırmasına bütün bu gelişmelerden önce başladığını, ama arşivlerde çalışırken bir çok engelle karşılaştığını anlattı. Arşivlerin doğruyu söylemediğini 1961 Ekiminde Paris’te Cezayir ulusal kurtuluş yanlısı kişilerin üzerine ateş açılması ile ilgili olarak, belgelerde burada sadece üç gün kişinin öldüğünün söylendiğini  oysa faklı kaynaklarda yüzün üzerinde ölümden bahsedildiğini belirterek arşivlerin, araştırmalar sırasında karşılaşılan engeller yüzünden nasıl  kolayca aşılamadığını anlattı.  Örneğin Cezayir’deki uygulamaların çoğu sözlü emir olarak verilmiş ve yazılı belge bırakmamaya özen göstermişler, belgelere eklenen bazı ekler ortadan yok olmuş. Belgeye   bakıyorsun şu ek var diyor ama  eki arıyorsun ama bulamıyorsun diyerek başka bir problemden daha bahsetti o da bazı belgelere hala hiç bakılamaması, yasak olması...

Bu arada kaybolmuş olan bazı belgelerin fotokopilerini arşivde bulduğundan da bahsetti. Yani belge kaybolmuş, aslı ortada yok birileri, muhtemelen askeriyeden birileri onun fotokopisini çekmiş ve gayet ilgisiz yerlere koymuş işte bazı belgelere bu şekilde ulaştım, dedi. Bir çok yöneticinin kendisi bizzat Cezayir savaşına şu ya da bu ölçüde bulaşmıştır diyen Claire Copeaux,  başbakanlık arşivinin şu aralar kapatıldığını ne zamana kadar da kapalı kalacağını bilmediğini söyleyerek,  sözlerini bitirdi.

Dinleyicilerden gelen soru ve görüşlere gelince; Bazı öğretmen ve akademisyenler özellikle  Etienne Copeaux’nun sunuşundan belli bir rahatsızlık duyduklarını farklı şekillerde dile getirdiler; Bir dinleyici   “Megali idea ile ilgili olarak ne düşünüyorsunuz, Ermeni soykırımı ile ilgili ne diyorsunuz” Etienne Copeaux , “Megali idea”nın  bugünün konusu olmadığını belirttikten sonra ben Ermeni tarihinden ve Ermeni halkının varlığında bahsettim sadece dedi. Bu arada Orhan Silier araya girerek, burada konuğumuza bu tür sorular yöneltilmesini ayıp sayarım, herkes burada kendi görüşlerini serbestçe ifade etme hakkına sahiptir, siz de onu yaptınız, kendinizi savunma durumunda kalmanız  bile beni rahatsız eder, diyerek Etienne Copeaux’nun  dinleyiciyi yanıtlamasını istemedi ve tartışmanın yönünün değişmesine izin vermedi.

Bir dinleyici de Etienne Copeaux ‘ya hangi tarihli  kitapları incelediğini sorarak 8 yıllık eğitimden beri Milli kelimesi kitaplardan kaldırılmıştır, artık milli tarih yok diye yanıt verdi. Bir başkası ise; Bizim toplumumuzda “öteki” diye bir kimse yok, onlar bizden birileri herşeyleriyle bize benziyorlar, ben bize has olanı nasıl dışlayabilirim, diyerek “öteki sorununun” Türk insanını bağlamadığını açıklamaya çalıştı. Bir başka dinleyici ise Avrupalıların bunları söyleyip yazmalarından  duyduğu rahatsızlığı dile getirerek bu tip sorunlar  Batıda hiç olmuyor mu? niye kendilerine de bakmıyorlar? dedi. Bu tip görüşlere yanıt daha çok salondaki dinleyici durumundaki öğretmenlerden geldi: 

Kitapların başından “milli” kelimesi kaldırılmış olabilir, ama bugün uygulanmakta olan tarih hala milli tarihtir, bunun için kitapların içine bakılmalıdır. Bunu bazı konuları es geçerek, gizleyerek, yok sayarak yapıyorlar, kitaplarda kullanılan resimlerle, resim altı yazılarıyla, okuma parçalarıyla, sorulan sorularla, haritalarla  yapıyorlar... Bizim toplumumuzda “öteki” sorunu var üstelik bunu, burada kullandığımız dilimizle bile ifade diyoruz. Dil, düşüncelerimizin  aynasıdır ve bizi ele verir, örneğin bize has, bizden bir insan, onu nasıl dışlayabilirim ne demek? Demek ki bizden farklı olsa dışlayacağız,  herhalde en doğru ifade bizden farklı ve eşit olmalıydı... Herkes öncelikle kendi kapısının önündeki çöplüğü temizlemek zorundadır, benim evimin önünde çöplük dururken başkaları kendi çöplüklerini niye temizlemiyor diye hesap sormak yerine öncelikle kendi meselelerimiz ile uğraşmamız demokratlara daha yakışan bir tavır olmaz mı? Her toplumun içinden çıkarttığı Nihal Atsızları olduğu gibi demokrasiden yana olan insanları da vardır. Biliyoruz ki Avrupa’nın da demokratları kendi çöplükleri ile uğraşıyorlar buna en güzel örnek ise Claire Copeaux’nun çalışmasıdır. Daha sonra Etienne Copeaux ‘da yanıt olarak tekrar konuştu ve bugünkü kitapları da incelediğini gerçekten değişmiş bulduğunu söyledi, “renk gelmiş, ama bu kadar” dedi. Bugün burada konuşulanlardan anladığım kadarıyla sınıfta yapılanlar ile  ders kitapları arasında uçurum var diyerek sözlerini bitirdi.

Dinleyiciler arasında buluna Talim Terbiye Kurulu’ndan  gelen kişiler de  bir anlamda merkezin görüşünü yansıttılar . Bir kurul görevlisi TÜSİAD’ın coğrafya kitabı “bir siyasi ideolojinin empozesini verdiği için Talim Terbiye Kurulu tarafından kabul edilmemiş, durumda olduğunu belirtip,  bu arada  arkadaşlara hatırlatırım ki Talim ve Terbiye Kurulu’nda  kabul edilmemiş hiç bir kitap sınıflarda okutulamaz” diyerek uyarıda bulundu. Yine Talim Terbiye Kurulu Başkanlığında üye olan Ahmet Sönmez ise Talim Terbiye Kurulu ile ilgili yanlış anlamalar olduğunu açıklayarak  bu kurumun örgütsel yapısı ve nasıl işlediğine dair teknik bilgiler verdi. Sönmez daha sonra toplantılardaki konuşmalara da değinerek öğretmen kabına sığamıyor ama bunları  yapmanın demokratik yolları vardır, kurumlar, kurullar vardır, yoksa aradaki aleni farklılıklardan dolayı sıkıntı doğar, ben yaptım oldu değil, bunların demokratik kurum ve kurullarda  çözülmesi lazım diyerek görüşlerini dile getirdi. 

Toplantıda gelen sorular ve görüşler çerçevesinde ise Orhan Silier, son olarak konuyu şu çerçevede toparladı; Her şey Talim Terbiye Kurulunda tıkanıyor görüşüne katılmıyorum. Atatürk  Talim ve Terbiye Kurulu’nu  özerk ve bilimsel bir kurum olarak ifade ediyor. Şu anda böyle değil, ama böyle olması gerektiğini düşünmekteyim. Şu anki görünümü  açısından “devletin eğitim alanındaki politik komiseri gibi” bir durumun ortaya çıktığı doğrudur. Demokratik katılım sağlanmazsa sosyal bilimlerde iyileştirme çalışmaları sözde kalacaktır. Gerçekten de TTK’nın  “özerk ve bilimsel faaliyet yapan kurum işlevine kavuşturulması çok şey kazandıracaktır. O zaman üniversitelerin en seçkin elemanları ile öğretmenlerin en seçkin insanları, uluslararası kuruluşlarıyla etkileşim halinde gerçekten açık bir yapıya kavuşacak ve hak etmediği sorumluluklardan kurtulacaktır, işte o zaman her türlü olumsuzluğun tek sorumlusu gibi de görülmez. Ders kitapları alanı ciddi kârlar sağlayan bir pazar. Bundan doğan zorluklar var, bu kadar büyük kârların dolaştığı alanda mücadele etmek çok zor. İşte Umut Vakfı’nın yayınladığı Yurttaş Olmak İçin[8] kitabının başına gelenler. Kitaplar satılamıyor, depolarda bekliyor. Görüldüğü gibi ders kitaplarını “kullanmak” ile maddi çıkar sağlamak el ele gidiyor.  Bu sebeple alternatif kitaplar ancak yurtdışı ve toplumsal bir destekle üretilebilir.

Dikey ilişkiler yerine yatay ilişkilerin örgütlenmesi gerekir, bu arada veli inisiyatifi de çok önemlidir. Velinin  yaygın şikayetleri politik kanallara ve basına yansıyabilmelidir.

Bunlar iki günlük, yoğun toplantının son sözleriydi. Toplantı; teşekkürler (özellikle Bilgi Üniversitesi’nin öğlenleyin verdiği yemekler ile harika çevirmenimiz Sungur Savran için) adres alışverişi, hoşça kal törenleri  ve salondaki tartışmayı dışarıda da sürdürmeye çalışan katılımcıların sesleri arasında sona erdi...

 

Dilara Kahyaoğlu

28-29 Ekim 2001

Bilgi Üniversitesi / Kuştepe

 



[1] “Ders kitaplarında insan hakları projesi danışma toplantısı” 27 Ekim 2001

[2]“Türkiye’de ilk ve orta düzeyde tarih öğretiminin yeniden yapılandırılması” konulu toplantı. 2-3 Aralık 2000, toplantıya Tarih Vakfı yönetici ve çalışanları, Talim Terbiye Kurulu üyeleri, çeşitli üniversitelerden akademisyenler  ve öğretmenler katılmış, toplantının tam metni aynı isimle  Tarih Vakfı Yayınlarından kitap haline getirilerek yayınlanmıştır (Aralık 2000)

[3] Dr. Robert Stradling, Edinburg Üniversitesi öğretim üyesi ve Avrupa Konseyi tarih danışmanıdır.

[4] Etienne Copeaux, doktorasını tarihsel coğrafya alanında yapan Copeaux  1971-1991 arasında Fransa’da tarih öğretmenliği yapmış. Türkçe’ye çevrilerek, Tarih Vakfı Yurt Yayınlarından basılan (1998) “Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine” isimli kitabı doktora tezinin yeniden gözden geçirilmiş biçimi.

[5] Peace Child International örgütü üyelerinin dünyanın dört bir yanındaki gençlerden gelen bilgi, görüş, hikaye, şiir, resim,  fotoğraf vb. malzemelerden yararlanarak hazırladığı  kitap (1998)   kitabın Türkçe’ye/ Türkiye’ye uyarlamasını (2000)  bir grup öğrenci ve öğretmen birlikte yapmışlardır.

[6] Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Füsun Üstel koordinatörlüğünde oluşturulan kurulun hazırladığı kitap. Kitabın 1. ve 2. bölümü “Geographie Terminales” 3. bölümü “Geographie Premiere” den çeviridir. 4.Bölümü olan Türkiye bölümü ise çeşitli üniversitelere mensup akademisyenler ve konu uzmanları tarafında yazılmıştır. 2001 yılında basılan kitap para ile satılmamakta TÜSİAD tarafından isteyene gönderilmektedir.

[7] Claire Copeaux, Tarih öğretmeni ve araştırmacı. Cezayir savaşı ile ilgili olarak arşivlere girerek çalışmış ve araştırmalarını kitap haline getirerek bastırmıştır.

[8] Yurttaş Olmak İçin, Prof. Dr. İpek Gürkaynak koordinatörlüğünde, Prof. Dr. F.Dilek Gözütok, Dr. Şebnem Akipek,  Ar. Gör. Melike Türkan Bağlı, Doç. Dr. Tufan Erhürman, Ar. Gör. Fatma Özdemir Uluç tarafından yazılan bu kitap Türkiye’de öğrenci merkezli insan hakları ders kitabının ilk örneği. Öğrenci kitabının yanında öğretmenlerin konuları derslerde nasıl işleyeceğinin de ele alındığı öğretmen el kitabı ise, yine aynı ekip tarafından yazılmış ve Umut Vakfı tarafından basılmıştır (1997). 1998 yılında Talim Terbiye Kurulu’nun 04.08.1998 gün ve 008378 sayılı kararı ile İlköğretim Kurumları 7. ve 8.sınıf öğrencileri için tavsiyesi uygun bulunmuştur.


** Yukarıdaki görseli bu anlatıyı 2021 yılından destekleyen bir örnek olduğu için yerleştirdim. DK

Hiç yorum yok: