29 Ocak 2022

Okul Törenleri... Bir Kepçe Milliyetçi Söylem ve Koca Bir Tencere Hamaset

 Dilara Kahyaoğlu


Şimdiki törenler, eskilerden farklı mıdır? 


Küçükken yaşadığınız okul törenlerini hatırlıyor musunuz? Hani özellikle şu milli günler ve haftalarda yapılanları… 29 Ekim, 23 Nisan, 19 mayıs gibi… Şimdikinden farklı mıydı?

 

Şimdilerde başka türlü bir gidişat var gibi geliyor bana…

 

Aslında geçmişten bugüne yapılan nedir / neydi: Üç yemek kaşığı şiir, bir tatlı kaşığı konuşma, bir tutam müzik ve bir kepçe milliyetçi söylem…

 

Diyelim ki “cumhuriyet bayramı” kutlanacak, adı üstünde: “CUMHURİYET”… Dikkatli bir izleyici biraz düşünürse; 19 Mayıs’ta da, 23 Nisan’da da, 29 Ekim’de de özü itibariyle benzer şeylerin yapıldığını görür. Törene katılanlar her zaman duydukları ve artık ezberledikleri aynı şiirleri duyar, aynı müzikleri dinler, aynı konuşmalara tanık olurlar. Hamaset kaplamıştır her tarafı, koca bir tencere hamaset…

 

Bir ara bir moda çıkmıştı. Moda diyorum ama hala devam ediyor bu alışkanlık. Nereden geldi, kimin icadıdır bilmiyorum.

 

Beş-on öğrenci sahneye çıkar, sahneye dağılıp asker gibi dururlar. Genellikle eller arkada olur. Ufka doğru bakarlar, şöyle derinden derine. Çatık kaşlı, sert görünmeye özellikle dikkat ederler –çünkü onlara öyle yapın denmiştir- sonra bir şiirin dizelerini, tek tek veya hep birlikte ses tellerini patlatırcasına bağıra bağıra söylemeye başlarlar. Bazen, repliğini söyleyen pozisyonunu değiştirir, örneğin yan duruyorsa aniden seyirciye doğru dönüverir çünkü yönetmen sahneyi hareketlendirmek (!?) istemiştir. Bu arada şiirin arasına ilginç cümleler de iliştirilmiştir, onlar çoğu zaman anlaşılmaz “şeyler” olabilir ama önemli değil çünkü seyirci tarafından genellikle “vardır bir hikmeti” olarak algılanır. Belli ve yıllanmış bir şablona göre hareket eden tören düzenleyicileri de bunu çok iyi bilir,  böyle yaparak törene ayrı bir renk, ayrı bir tat kattıklarını düşünürler, aslında isteseler bile bu alışılmış çerçevenin dışına çıkamazlar. Derken bir kaç bildik ezgi duyarsınız, dipten dipten çalar, sonra aniden yükselir, işte tam o anda gömleklerin altına gizlenen bayraklar çıkartılır, sahne sona erer ve müthiş alkışlar eşliğinde öğrenciler sahneyi terk eder….

 

Kimse bir şey anlamaz veya ben anlamıyorum, bu durum benim eksikliğim de olabilir ama ara sıra öğrencilere soruyorum, “Ne oldu şimdi burada” diye, “Bir şey olmadı, tören oldu” diyorlar. “Hayır, yani ne dediler? içeriğe dair bir şeyler…” diye yeniden üsteliyorum; “dinlemedik ki” diyorlar. Yani öyle alışmışlar ki bunlara, onlara değmiyor gibi gözükse de acaba gerçekten öyle mi? İşte bundan emin değilim, ben bu tür sıradanlıkların onları ciddi ciddi biçimlendirdiğini düşünüyorum, ama maalesef onlar farkında değil… Şimdilik farkında değil…

 

Bugünlerde işler biraz daha farklılaştı kanımca… O bir kepçe dediğim milliyetçi söylem aslında yine bir kepçe, çünkü işin özü eskiden beri buydu… Yine ölmek-öldürmek üzerine konuşmalar, şiirler, şarkılar, eski düşmanlarımızın böyle günlerde yeniden hatırlatılması, yeni düşmanlara gönderilen gizli mesajlar… Anlayan anlıyor… Ama yine de değişen bir şey var. Artık “tören esnasında kaç kişiyi ağlattık” hesapları da yapılıyor. Irkçılık, ayrımcılık içeren, düşmanlık aşılayan cümlelerdeki şiddet arttı. O törenden ağlamadan, duygulanmadan çıktıysanız, tören başarısız demektir. Ezkaza Brechtyen bir şey yapayım derseniz, yandınız. Yaşasın Katarsis!

 

Çenenizi tutamayıp veya dayanamayıp; törenlerdeki ırkçı söylemi biraz eleştirdiğiniz zaman neredeyse vatan haini olmakla suçlanırsınız,  “Ne demek o, yoksa sen Atatürkçü değil misin?”.  En büyük silah da bu: “Sen Atatürkçü değil misin?” Okul törenlerini denetlemeyi iş edinmiş “bazı” veliler de ara sıra devreye girer, ciddi baskı yapmaya çalışırlar, okula mailler, telefonlar yağar: “Yooookkkk olmamış! Bu hiç de Atatürkçü bir tören olmamış! Atatürk’ün adı sadece beş kere geçti, ben saydım Atatürk’ün resmi sadece bir tane vardı, duygulanamadım bile, yoksa siz Atatürkçü bir okul değil misiniz?” Yönetici ve öğretmenleri bir telaş sarar, acaba ne yapsak da Atatürkçü okul olduğumuzu ispatlasak derdine düşerler. Öğretmenlere doğru dürüst “ağlatıcı” törenler yapmaları konusunda gerekli direktifler hemen verilir. Atatürk resimlerinin sayısı arttırılır, WEB sitesi yeniden düzenlenir, her yerde görülen bildik fotoğraf ve yazılar boy boy sıralanır. Bütün bunların içi boşmuş: Varsın olsun, sıradanmış: Varsın olsun, hamasetmiş: Varsın olsun; ne yazar, içimiz rahat, ispatladık kendimizi…  Hadi gelin de çıkın işin içinden… Sıradan faşizm değildir de nedir bu?

 

Herkes Atatürkçü, sihirli bir isim gibi... Geçen gün bir kuaför paltomu tutmaya kalkınca izin vermedim, “Olmaz, Atatürk demiş ki hiçbir kadın paltosu tutulmayacak kadar çirkin değildir” dedi, dayanamayıp kahkahayı patlattım. Burada da mı?

 

Bu hoş bir yakıştırma elbette ama daha resmi ortamlarda bu işler böyle kahkahalarla sona ermiyor. Eleştiri hakkımızın, pedagojik yaklaşım ilkelerimizin, evrensel insan hakları normlarının ayaklar altına alındığını hissediyorum, sıradanlığa, popüler milliyetçiliğe teslim oluşumuzu görüyorum… Ne yazar! 

Yaşasın katarsis! Brecht öldü! (mü?)…

 


Dilara Kahyaoğlu

6 Ocak 2008

Toplumsal Tarih'in Eki Eğitim Bülteni'nde yayımlandı

Hiç yorum yok: