Dilara Kahyaoğlu
Şimdiki törenler, eskilerden farklı mıdır?
Küçükken yaşadığınız okul törenlerini hatırlıyor musunuz? Hani özellikle şu milli günler ve haftalarda yapılanları… 29 Ekim, 23 Nisan, 19 mayıs gibi… Şimdikinden farklı mıydı?
Şimdilerde
başka türlü bir gidişat var gibi geliyor bana…
Aslında
geçmişten bugüne yapılan nedir / neydi: Üç yemek kaşığı şiir, bir tatlı kaşığı
konuşma, bir tutam müzik ve bir kepçe milliyetçi söylem…
Diyelim ki “cumhuriyet
bayramı” kutlanacak, adı üstünde: “CUMHURİYET”… Dikkatli bir izleyici biraz düşünürse; 19
Mayıs’ta da, 23 Nisan’da da, 29 Ekim’de de özü itibariyle benzer şeylerin
yapıldığını görür. Törene katılanlar her zaman duydukları ve artık
ezberledikleri aynı şiirleri duyar, aynı müzikleri dinler, aynı konuşmalara
tanık olurlar. Hamaset kaplamıştır her tarafı, koca bir tencere hamaset…
Bir ara bir moda çıkmıştı. Moda diyorum ama hala devam ediyor bu alışkanlık. Nereden geldi, kimin icadıdır bilmiyorum.
Beş-on öğrenci sahneye
çıkar, sahneye dağılıp asker gibi dururlar. Genellikle eller arkada olur. Ufka
doğru bakarlar, şöyle derinden derine. Çatık kaşlı, sert görünmeye özellikle dikkat
ederler –çünkü onlara öyle yapın denmiştir- sonra bir şiirin dizelerini, tek
tek veya hep birlikte ses tellerini patlatırcasına bağıra bağıra söylemeye başlarlar.
Bazen, repliğini söyleyen pozisyonunu değiştirir, örneğin yan duruyorsa aniden
seyirciye doğru dönüverir çünkü yönetmen sahneyi hareketlendirmek (!?)
istemiştir. Bu arada şiirin arasına ilginç cümleler de iliştirilmiştir, onlar
çoğu zaman anlaşılmaz “şeyler” olabilir ama önemli değil çünkü seyirci
tarafından genellikle “vardır bir hikmeti” olarak algılanır. Belli ve yıllanmış
bir şablona göre hareket eden tören düzenleyicileri de bunu çok iyi bilir, böyle yaparak törene ayrı bir renk, ayrı bir
tat kattıklarını düşünürler, aslında isteseler bile bu alışılmış çerçevenin
dışına çıkamazlar. Derken bir kaç bildik ezgi duyarsınız, dipten dipten çalar,
sonra aniden yükselir, işte tam o anda gömleklerin altına gizlenen bayraklar
çıkartılır, sahne sona erer ve müthiş alkışlar eşliğinde öğrenciler sahneyi
terk eder….
Kimse
bir şey anlamaz veya ben anlamıyorum, bu durum benim eksikliğim de olabilir ama
ara sıra öğrencilere soruyorum, “Ne oldu şimdi burada” diye, “Bir şey olmadı,
tören oldu” diyorlar. “Hayır, yani ne dediler? içeriğe dair bir şeyler…” diye
yeniden üsteliyorum; “dinlemedik ki” diyorlar. Yani öyle alışmışlar ki bunlara,
onlara değmiyor gibi gözükse de acaba gerçekten öyle mi? İşte bundan emin
değilim, ben bu tür sıradanlıkların onları ciddi ciddi biçimlendirdiğini
düşünüyorum, ama maalesef onlar farkında değil… Şimdilik farkında değil…
Bugünlerde
işler biraz daha farklılaştı kanımca… O bir kepçe dediğim milliyetçi söylem
aslında yine bir kepçe, çünkü işin özü eskiden beri buydu… Yine ölmek-öldürmek
üzerine konuşmalar, şiirler, şarkılar, eski düşmanlarımızın böyle günlerde
yeniden hatırlatılması, yeni düşmanlara gönderilen gizli mesajlar… Anlayan anlıyor…
Ama yine de değişen bir şey var. Artık “tören esnasında kaç kişiyi ağlattık”
hesapları da yapılıyor. Irkçılık, ayrımcılık içeren, düşmanlık aşılayan cümlelerdeki
şiddet arttı. O törenden ağlamadan, duygulanmadan çıktıysanız, tören başarısız
demektir. Ezkaza Brechtyen bir şey yapayım derseniz, yandınız. Yaşasın Katarsis!
Çenenizi
tutamayıp veya dayanamayıp; törenlerdeki ırkçı söylemi biraz eleştirdiğiniz
zaman neredeyse vatan haini olmakla suçlanırsınız, “Ne demek o, yoksa sen Atatürkçü değil misin?”.
En büyük silah da bu: “Sen Atatürkçü
değil misin?” Okul törenlerini denetlemeyi iş edinmiş “bazı” veliler de ara
sıra devreye girer, ciddi baskı yapmaya çalışırlar, okula mailler, telefonlar
yağar: “Yooookkkk olmamış! Bu hiç de Atatürkçü bir tören olmamış! Atatürk’ün
adı sadece beş kere geçti, ben saydım Atatürk’ün resmi sadece bir tane vardı,
duygulanamadım bile, yoksa siz Atatürkçü bir okul değil misiniz?” Yönetici ve
öğretmenleri bir telaş sarar, acaba ne yapsak da Atatürkçü okul olduğumuzu
ispatlasak derdine düşerler. Öğretmenlere doğru dürüst “ağlatıcı” törenler
yapmaları konusunda gerekli direktifler hemen verilir. Atatürk resimlerinin
sayısı arttırılır, WEB sitesi yeniden düzenlenir, her yerde görülen bildik
fotoğraf ve yazılar boy boy sıralanır. Bütün bunların içi boşmuş: Varsın olsun,
sıradanmış: Varsın olsun, hamasetmiş: Varsın olsun; ne yazar, içimiz rahat,
ispatladık kendimizi… Hadi gelin de
çıkın işin içinden… Sıradan faşizm değildir de nedir bu?
Herkes
Atatürkçü, sihirli bir isim gibi... Geçen gün bir kuaför paltomu tutmaya
kalkınca izin vermedim, “Olmaz, Atatürk demiş ki hiçbir kadın paltosu tutulmayacak
kadar çirkin değildir” dedi, dayanamayıp kahkahayı patlattım. Burada da mı?
Bu hoş bir yakıştırma elbette ama daha resmi ortamlarda bu işler böyle kahkahalarla sona ermiyor. Eleştiri hakkımızın, pedagojik yaklaşım ilkelerimizin, evrensel insan hakları normlarının ayaklar altına alındığını hissediyorum, sıradanlığa, popüler milliyetçiliğe teslim oluşumuzu görüyorum… Ne yazar!
Yaşasın katarsis! Brecht öldü!
(mü?)…
Dilara Kahyaoğlu
6
Ocak 2008
Toplumsal Tarih'in Eki Eğitim Bülteni'nde yayımlandı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder